Fark Yaratanlar – Alper Kafa (İTD 92)


İktisat Toplum dergisinde fark yaratanlar köşesinin bu haftaki konuğu bir sanatçı. Yalnız, tabii her sanatçı farkındalık yaratmıyor. Alper Kafa, gerçekten fark yaratan birisi; ama Alper Kafa’yı tanımdan önce, birkaç tespitimi paylaşmak isterim. Türkiye’de klasik müzik ve onunla yan yana olan bale, opera hatta tiyatro, Batı kültürünün eseri gibi görünüyor. Bu açıkçası sanatı sığlaştıran bir bakış açısı. Ben bazen bir bale gösterisine gittiğimde kendimi de buluyorum orada. Örneğin her insan âşık olur, balede aşk var. Kimi zaman nefret de var, şiddet var; dolayısıyla sanatı doğuda yer alan bir ülke olarak batı kültürü diye ötekileştirmek anlamlı değil.

Ömer Faruk Çolak: Şimdi sorumuza gelelim. Estetik bir sanat olarak bale nereden doğmuştur? İkinci sorum da sevgili Alper, senin aklına nereden geldi balet olmak?

Alper Kafa: “Bale nerden doğmuş?” diye sorulduğunda bale esasında bir dans; adına baktığınızda Latincede koreo Koreo, dans kelimesinin Latince karşılığıdır. Koreografiden başlayarak girelim istedim, çünkü çoğu kişi koreografinin ne olduğunu bilmez. Koreo dans, grafi de çizim; koreografi ise dans çizimi. Günün şartlarına göre, ilk insanların mağaradaki kalıntılarına baktığımızda duvarlarda dans figürleri var. Hayvan taklitleri yapan danslar var. Hayvanları öldürüp, onların kürklerini üstlerine alıp dans eden kabile resimleri, topluluk resimleri gibi, mağaralarda eski kalıntılar bulunmakta; bunların hepsi görüyoruz. Dans da en evrensel ifade şekli. Dans hareketleri ile insanlar geçmiş yıllarda, tarihte, mitolojide anlaşmayı başarmışlar. Savaşlar çıkmış, kavga etmişler, kız almışlar, kız vermişler, tanrıya yakarış dansları yapmışlar, ayinler düzenlemişler. Burada hep dansı görüyoruz. Modern Çağ’a, yani bizim çağımıza geldiğimizde de esasında otantik yapılardan gelip evrensele, bir taşınma söz konusu. Sirtaki, Yunanistan’da çıktığı söylenmekte ama bizim Ege kıyılarındaki zeybeklere çok yakın özellikler taşımakta. Giysiler, kıyafetler, baktığınızda mesela kuru dolma o tarafta da var, suyun bu tarafında da. Zeytinyağlı yemekleri, Ege mutfağındaki otları unutmayalım, yani iki ülkenin yemek kültüründe de büyük benzerlikler söz konusu; musakka mesela. Dansta yöresel danslarımız da çok benziyor birbirine. Coğrafi özellikler, iklim şartları da dansın şeklini, çizgisini ve koreografisini belirleyen esas faktörler diye bakmak lazım. Bize gelindiğinde, yani Osmanlı’da, ilk koreografik düzenlemenin yapıldığı dans örnekleri var. Profesör Metin Ant’ın yazılarında rastlanmıştır: 1540’lı yıllarda İstanbul Galata’da bir Fransa kralının savaş kaybetmesi üzerine Osmanlı padişahı diyor ki, “Bunu hiciv eden bir gösteri yapın. Batılı bize sanattan, danstan, müzikten bahsediyor.” diyor. Bir danstı, gösteriydi yapın, diyor herkesin anlayabileceği şekilde. Ermeniler, Rumlar ve Türklerden karışık bir grup, İstanbul Galata’da böyle bir gösteri yapıyor ve Metin Ant bunu tarihe geçen ilk bale gösterisi diye kaydediyor. Ama klasik bale anlamında baktığımızda; 1600’lü yıllarda Fransa Kralı XIV. Louis, hareketlerin adını Fransızca vererek bale sanatını Fransa’ya mal ediyor. Çok titiz, sanatla çok ilgili bir kral kendisi. Bu hareketlere bir isim verelim, diyor ve bu isimlerin hepsi bugün dünyanın her yerinde Fransızcadır. Bale çok da zor bir sanat; düşünün rol yapıyorsunuz, dans ediyorsunuz; canınız acıyor, tırnağınız batmış, karşıda orkestra şefi 50-60 kişilik orkestrayı yönetiyor. Onun sopasının ucuna orkestranın baktığı gibi bütün bale sanatçıları da bakıyor. Bir yandan rol yapıyorsunuz, müziği sayıyorsunuz, şefin sopasına bakıyorsunuz ve sahnede efor sarf ediyorsunuz. Kordo bale denen, arkada dans eden gruplar var. Bunlar birbirine bakıyorlar, birisi öne fazla gitti mi geri çekmek durumunda, geride kaldı mı öne çıkmak durumunda. Bale gerçekten dünyanın en zor sanatlarının başında geliyor.

Osmanlı’da beste yapan padişahlar var. Abdülaziz’in valsini ben hâlen dinlerim, çok güzeldir. Donizetti gibi bir adamı bandonun başına getirip besteler yaptırmış. Operalardan birisi ilk defa Osmanlı’da, sonra Batı’da sergilenmiş.

Saraydan Kız Kaçırma. Yapılan birçok eser var ama Osmanlı’nın yaptığı şu olmuş: Kültürü, sanatı himaye etmiş ama kendisine etmiş, sarayda olmuş. Halka indirmemiş. Halka göstermemiş bu sanat dallarını. Osmanlı’da çok önemli üç tane kale noktası var. Bir tanesi Topkapı Sarayı, bir tanesi Beyrut’taki saray, bir tane de Sivas beyliğindeki saray. Bu üç sarayda, kayıtlarda opera ve bale yapıldığı geçmekte. Düşünün, Sivas’ta Osmanlı döneminde, uç beyliği Rusya’ya bakan ana karargâh orası, en büyük silahlı kuvvetlerin yerleştiği yerleşkelerden birisi orası ve orada opera ve bale yapılıyor.

Ama biz baleyi cumhuriyete borçluyuz. 

Atatürk’e borçluyuz kesinlikle.

Baleyi de, operayı da ona borçluyuz, çünkü kurumsallaştırmış. Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü var. Binlerce sanatçı yetişti. Hâlen de gelişiyor bir sürü olumsuzluğa ve maddi zorluğa rağmen.

Şöyle söyleyeyim; klasik müziği, saraydaki Mızıka-yı Hümayunu hiç kapatmadan, başkent Ankara olduğu için Ankara’ya taşıyor ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nı kuruyor. O Donizetti orkestrası şu anda Ankara’daki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası. Arkasından şehir tiyatroları Darü’l-bedâyi’yi de -yine Osmanlı zamanında kurulma bir tiyatro- gene aynı şekilde koruyor ve muhafaza ediyor. Bugün İstanbul Şehir Tiyatroları hâlen devam etmekte ve ta oradan gelen ananelerle, yönetim teknikleriyle yönetilmeye devam etmektedir. Bir belli yazılı kurallar vardır; bir de eskiden beri gelen ananelerimiz vardır, yani yazılı olmayan kurallar.

Halk klasik müzik sevmiyor, gibi sözler ediliyor. Birkaç yıl önce Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Anadolu’ya çıktı, ilçelerde konser verdi. Sonra halkla röportaj yapıldı. Gelen tepkilerin %99’unda halk, keşke daha çok burada olsalar, dedi; keşke her ay konser verseler. Yani tüm insanlarda olduğu gibi bizim halkımız da iyiyi seviyor, klasik müziği seviyor. Yeter ki bir tanıştıralım.

Kesinlikle şöyle bir şey var: Cebeci’deki Ankara Devlet Konservatuarı’nı kurma hazırlığı cumhuriyetin birinci yılında başlıyor. Cumhuriyetin birinci yıl kutlamalarına Rusya’dan Sovyet Büyükelçisi, Atatürk’e Lenin’in bir mektubunu getiriyor. Mektupta, “Ekselans Mustafa Kemal, cumhuriyetinizin birinci yılında size Sovyetler Birliği’nden bir hediye göndermek istiyorum. Kabul ederseniz, birinci yılınızı beraber kutlamış oluruz.” diyor ve Kızıl Ordu korosunu göndermeyi teklif ediyor. Atatürk buna hemen cevap vermeyip, biraz bekliyor. “Biz çalışalım ekibimle, ona göre 3-4 gün içerisinde bir cevap vereceğiz.” diyor. Bütün kurmay kadrosunu toplayıp çalışıyor. Cebeci Stadı’nın olduğu meydana platform kuruluyor. Oradaki halkevi de ev sahibi olmak üzere görevlendiriliyor. Platformlar çakılıyor. Otel de yok Ankara’da; ahali ikişer üçer gelenleri evlerinde, en güzel odalarında misafir ederek kabul ediyorlar. Ve İstiklal Marşı’mızı ilk kez çok sesli olarak dinleme şansına sahip oluyoruz. Kızıl Ordu çalıyor; Türkiye’de Cebeci Stadı’nın olduğu meydanda bu konser gerçekleşiyor. Birkaç küçük yerde yazar ama bilmediğinizi tahmin ediyorum. Okuyucularımız da buradan öğrenmiş olacaklar bunu. Atatürk arka arkaya “Bir daha isteyebilir miyiz?” diyor. Bir daha çalınıyor. Beş kere arka arkaya İstiklal Marşı çalıyor ve herkes ağlamaklı; çok hüzünlü, duygusal anlar yaşanıyor. Konser bittikten sonra hemen yaverini, kurmay kadrosunu çağırıyor. Hazırlıklara başlamamız lazım, çağı yakalamamız lazım. Türkiye Cumhuriyeti kültür devrimi olacak diyoruz, bunun altını doldurmamız lazım. Sanatçı öğretmenleri bulup da halkı eğitmemiz lazım diye Musiki Muallim Mektebi, Cebeci Konservatuarı’nın olduğu yere açılıyor. Hatta bugün gidin bakın, o camların üzerinde demirler vardır, demirlerde üç tane M vardır: Musiki Muallim Mektebi yazar. Üç M’lidir ferforje camların korumaları dışarıdan. Ve o binanın yapımı bugünkü Türkiye Cumhuriyeti bütçesinin onda birine, %10’una yapılmıştır. Bir Alman mimar çizmiş. Bütçenin onda biri gibi bir rakama sırf bir bina yapılıyor ama tabii o bütçe ile bu bütçe aynı değil. O zaman ne kadardı, şimdi ne kadar bilmiyorum ama şu anda bildiğim: Türkiye Cumhuriyeti’nin Kültür Bakanlığı’nın bütçesi %0,62. %1 değil.

Bu arada o bina şu anda konservatuar değil.

Bu çok içler acısı bir durum.

Şu anda o bina, Mamak Belediye Başkanlığı diye hatırlıyorum.

Mamak Kültür Dairesi oldu. 1983 senesinin Mart’ında, ben de öğrenciyken o binadan taşınmak durumunda kaldık. Ben 80-81 öğrenim sezonunda girdim. 3,5 yıl okudum, sonra Beşevler’deki binaya taşındık. Konservatuarda iki tane büyük sahne, 3 tane atölye sahnesi, 2 tane büyük bale salonu, bir tane küçük bale salonu, soyunma odaları, makyaj atölyeleri, müzikli piyano eşlikli çalışma stüdyolarını bırakıp Beşevler’de, sahnesi olmayan okula gittik konservatuar diye. Şu gün itibarıyla Hacettepe Üniversitesine bağlandık. Ankara Devlet Konservatuarı’nın sahnesi yok. Sahne sanatları bölümüne öğrenci yetiştiriyor. Okulun sahnesi yok. Büyüyecekti okul, daha çok kişi alacağız, dediler; müracaatlar azaldı. Yeni yere gittik.

Cumhuriyet döneminde tarihe, kültüre, sanata sahip çıkılmış. Fakir cumhuriyet, İdil Biret’leri, Suna Kan’ları, Afet İnan’ları yurt dışına göndermiş ki tarih öğrensin. O fakir cumhuriyet, binaları korumuş. Cumhuriyetin kurucu son önderi İnönü gidince, sağ olsun İstanbul’da ilk darbeyi Menderes vurmuş. Sonra her gelen bir darbe daha vurmuş. 12 Eylül bir anlamda konservatuarları bitirmiş.

Menderes’e kızdığımız yanlar da vardır ama Atatürk Kültür Merkezinin temelini İsmet İnönü atmış, kurdeleyi Adnan Menderes kesmiştir. Adnan Menderes’in operaya çok gelip gitmişliği vardır.

Adnan Menderes’in içinde bir burjuva ruhu varmış, ama 80’den sonra bu epeyce azaldı.

94 diyebiliriz. Ekonomik tedbirler alındı. Bize en son ilgiyi Maliye Bakanı Adnan Kahveci gösterdi. Kendisi de çok entelektüel bir insandı. Ulaşmak mümkün değil maliye bakanına; bir gün bir resepsiyonda karşılaştık. Sanatçı olduğumuzu öğrenince bir isteğiniz arzunuz var mı, diye sordu. O kadar dertliyiz ki size çok şeyler anlatmak isteriz, dedik. Şimdi danışman arkadaşımı gönderiyorum, dedi ve iki gün sonra saat 11’den sonraya randevu verebileceğim size ama adresi söyleyin, ben geleceğim, sanatçıları ayağıma getirtmem, ben gelirim, dedi. Biz Oyak Sitesi’nde bir öğretmenimizin evininin adresini danışmanına verdik. 3-4 gün sonra gece saat 11’de toplandık, onu bekledik. Gelmez, şaka yaptı vesaire derken rahmetli bakan çıktı geldi. Ve bizim çok ciddi kadro sorunumuz vardı balede, orkestrada, koroda; hepsini çözdük. Pazartesi günü kadrolarımızı Genel Müdürümüze yollayacağını söyledi. İnanın orada birçok kadrosu birikmiş arkadaşımız kadrosunu, en son rahmetli Adnan Kahveci döneminde aldı. Şimdi öyle bir hale geldi ki, taşeron sistemini devletin her kanalına girdirdikleri gibi sanat kısmına da sokmaya kalktılar. Bu sanatçılar çalışmıyor, bunlar bankamatik, bunların performans kriterlerine bakalım diyorlar. Şimdi sanatçının ne performans kriterine bakacaksın? Ben konservatuara girdiğimde konservatuar Kültür Bakanlığına aitti. Burada başladı zaten, ben kurumumun okulunda okuyordum. Milli Eğitim Bakanlığının okulunda okumuyordum. Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü belirliyordu şu kadar balete, şu kadar balerine ihtiyacımız var diye. Şu kadar basa, şu kadar sopranoya, şu kadar baritona ihtiyacımız var. Şu kadar nefesli saz, şu kadar yaylı saza ihtiyacımız var diye yıllara ve bir de açılacak yeni operalara, balelere göre perspektif çalışmaları hazırlanmıştı. Konservatuar müdürü de güzel sanatlar müdürüne bağlıydı. Bu sene şu kadar almanız doğru olur diye bir tahminler üzerinden çalışmalar vardı ama üniversite öyle midir? Bölüm açar, okutur, kimsenin hangi işi yapacağına da karar vermez. Zaten en büyük sıkıntılarımızdan birisi, gençlerimizin, mezun oldukları alanlarda çalışmıyor olmaları. Böyle bir gerçek var Türkiye’de. Çalışma imkânı bulamıyorlar. Bizde o imkânlar varken, düzeni bozdular. O düzen bozulunca da bu sefer iş garantisi yok, gel birer yıllık kontratlarla çalış denildi sanatçıya. Yıllık kontratlarla çalıştırdığın takdirde de bizde sanatçı rekabeti çok fazla, kaprisler çok fazla, sanatçının güvenceli olması lazım. Özgür olması lazım, hür olması lazım, emir komuta zinciri ile sanatın yapılması mümkün değil. Başı eğri, amirinden, memurundan korkan sanatçının ne üreteceği, ne kadar değerli olacağı aşikâr. En büyük sermayemiz bizim özgürlüğümüzdür.

Biraz hayalci bir insanım. 3 Ekim 2005 tarihinde Türkiye-Avrupa Birliği tam üyelik görüşmelerine başlama kararı alındığında, şöyle bir hayal kurdum: Her ilde kütüphaneler açılacak, her ilin devlet tiyatrosu olacak, her ilde opera, bale salonları açılacak, konservatuarlar kurulacak, çünkü cumhuriyet, kültürü inşa ederken, o fakir haliyle gitmiş Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de ve elinden geldiği kadar yerde tiyatro kurmuş. Tiyatro yapılmayan halk evi yok, sonra Köy Enstitüleri inanılmaz hale gelmiş. Ben bu hayalimi bir toplantıda hükûmetten birisi ile de konuşmuştum. Hocam, dedi, sen de çok fazla hayal görmüşsün. Keşke hayaller gerçek olsaydı. Peki, Alper, senin aklına nereden geldi balet olmak? Büyük kentte yaşayan birisisin, balet değil de mühendis ol, doktor ol, niye böyle zahmetli bir meslek? Meşhur film Siyah Kuğu’da gördük oradaki balerinin ne çektiğini, nereden aklına geldi bu meslek?

Bu tamamen bir tesadüf. Bale izlenen bir aileden de gelmiyorum. Babam edebiyat öğretmeni, evde hep şiir vardı, kültür vardı, kitap vardı ama bale bilinmiyordu. Televizyonda çıktığı zaman beşer dakikalık mini baleler çıkardı, mini konserler çıkardı. O bile ilgimizi fazla çekmez, seyretmezdik. Birini seyretsek üçünü kapatırdık. Okulda, kim şarkı söyleyecek, kim taklit yapacak dediğinde, ben hemen parmağımı kaldırıyordum. Konservatuara girsin bu çocuk, yetenek var diyen ilkokul öğretmenimin yönlendirmesi ile bu mesleği seçtim; ama ilkokul öğretmenim beni tiyatro bölümüne yönlendirmişti. Bizim memlekete, Balıkesir’e gittiğimiz o yaz, babama mutlaka konservatuara gidip, bir form alıp başvuru yapmasını çünkü sınavlara gireceğimi söylemiştim. Babam gitmiş, formu almış, bir bakmış ki tiyatro bölümü liseden sonra. Oraya kadar gitmişken, başvurumu yapayım diyerek piyano, arp ve bale bölümüne başvuru yapmış. Bana uyanlardan tarih itibarıyla ilk sınav bale sınavıydı. Onu kazanınca da, öteki sınavlara girmeyeceğimi söyledim, çünkü baleyi sevmiştim. Çocuk aklıyla hoşuma gitti. Orada çocuklarla da sınava girerken arkadaşlık kuruldu. Yani tesadüfen baleye girdim, ama balenin lisesinden sonra tiyatro sınavına da girebilirdim. Bu kadar emek verdikten ve bu bölümde arkadaşlık oluştuktan sonra onları satıp da tiyatroya gidersem kendimi hain ilan ederim diye, kalıp baleyi tercih ettim. Balede kaldım, severek.

Sanatçı olmanın çok zor olduğunu biliyorum ama bir taraftan da özel bir yaşam da gerektiriyor. Yani, sanatçıların yaşamlarına baktığımda, hem hayranlıkla izliyorum hem de bu cefa çekilir mi diye düşünüyorum. Daha önce, senin sayende Metin Akpınar’la röportaj yapmıştık. Yani zor bir yaşam, hem de bu yaşama çocuk yaşta sahip oluyorsun. Ondan sonra psikolojik etkisi de olmuştur. Bir baletin -hatta bir üst kavram- bir sanatçının, özellikle gençken yaşamı nasıl değişiyor?

Verdiğiniz örnekten de yola çıkarsak, Metin Akpınar da oldukça disiplinli bir sahne sanatçısı, bir büyük ağabey. Örneğin, eskiden sahneye 21 gün, 3 hafta Cumartesi-Pazar, Matine Suare olmak üzere her akşam çıkarlardı. Öyle bir zorluk var ki, güneşe çıkamazsınız. Metin ağabeyin ekip arkadaşları anlatır; tatillerde renginizin kararması bile oyunu etkileyebileceği için, yaz aylarına gelindiğinde Metin Akpınar, bütün gün oteldeki odasından dışarıya çıkmaz, temsilin başlamasına iki saat kala lobiye iner, ondan sonra arkadaşlar toplanır, tiyatroya gidilir, temsil yapılır. Dönüşte yemeğini yer, ama 3’e 4’e kadar yer. Metin ağabeyin yemek fasılları meşhurdur. O, 3’ten 4’ten sonra yatar uyur ve sahne için yaşar. Gerçekten bu disiplin içinde olunması gerektiğini, ben de balet olduktan sonra anladım. Yaşım daha 49 ve özel bir prodüksiyona da ilk defa bir imza attım. Bale ile tiyatro farklı, onu anlatmak istiyorum. Örneğin balede, oynadığım bir buçuk dakikalık bir bölüm için vardı ve inanın kuvvetim kalmıyordu. Yediğim yemekler o dansı kaldırmaya yetmediği için günde bir buçuk miligram vitamin aldığımı bilirim. Sporda olsa bu dopingdir ama sanatta öyle test yapılması diye bir şey söz konusu değil. İzleyiciye saygımızdan, daha güzel bir şey izletelim, daha fazla zıplayalım diye günde 1,5 miligram vitamin içtiğim günler çok oldu. Belki de o günlerde sistemi bozdum, yeme içme miras kaldı, bu kilolarım ondan. Yakıyordu o zamanlar vücut, şimdi yakamaz hale geldi. Balenin disiplini farklı. Her gün ders yapmak durumundasınız, çünkü bale dersleri sizi sahneye hazırlar. Yani iki kategoridir bale dersleri; birinci kısım bar denen kısımdır. Kenarda egzersiz yaparsınız, ayak başparmağınızdan boynunuza kadar bütün eklemlerinizi çalıştıran ısınmadır. Diğeriyse sahneye hazırlar, o da sahneye ısınmadır. İkinci orta denen, bardan sonraki kısımda vücudu zıplamalarla, eşli danslarla ısıtırsınız. Ondan sonra temsil gelir. Bir bale sanatçısı haftada altı gün ders yapar. Altı gün derslerin dışında bir de temsil dersleri vardır. Temsil öncesinde yarım saat küçük ısınmalar yaparsınız. Isınmadan, bir bale sanatçısının sahneye çıkabilmesi mümkün değildir. Bir tiyatrocu evden gelir, ezberi tamsa perdeyi aralar, girer içeri. Balede böyle bir şey söz konusu değil, ısınacaksınız. Vücudunuzun her tarafının ısınmış ve hazır olması lazım sahneye.

İlk oyunun hangisiydi?

1987’de Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde “Testament” isimli bir balede oynadım. Gardiyan rolündeydim. İncecik, filinta gibiydim o zamanlar. İki gardiyan rolü vardı, baletlerden birisi askere gidince, boylarımız da yakın olduğu için yerine ben geçtim. İlk operam da “Şen Dul” operasıydı.

Kimin operasıydı?

Altan Günbay rejisör, rahmetli Altan Tekin de koreograftı. Altan Tekin, özel sektörde Ajda Pekkan’ın, kamuda Devekuşu Kabare’nin koreografilerini yapan, Royal Akademi mezunu bir koreografımızdır.

İlk oyundan sonra arka arkaya devamı geldi. Bu senin yaşamını nasıl etkiledi? Kimi zaman hem öğlen hem akşam oynuyorsunuz. Örneğin, tatil yapabildin mi?

İnanın, bize “bankamatik” diyorlar. Gücümüze gidiyor. Memurlar sabah 8.30’da gidiyor, 12.00-13.30 arası öğle tatili yapıyorlar, 17.30’da da çıkıyorlar. Cumartesi, pazar da tatil. Bütün bayram tatilleri, yılbaşı tatilleri hepsi var. Bizde, saat 10.00 gibi bale dersi başlar, saat 12.00 gibi öğle tatili diye tabir edilen öğle arasında provalar başlar. 16.00 gibi de biter. 10.00 ile 16.00 arası balenin çalışma mesaisi, dünyanın her yerinde böyledir, standarttır. Temsil günlerine gelince, kişinin oynadığı rollere göre değişir. Operetlerde dans ederiz. Tiyatrolarda dans ederiz. Balelerde dans ederiz. Değişimli dans ederiz. Nasrettin Hoca oynanıyor, mesela Ömer Faruk’la Alper Kafa oynuyor. Bir gece siz, bir gece ben oynuyorum. Dönüşümlü oynanmış rollerimiz de var; o tarihlerde siz tiyatroda olabiliyorsunuz, ben operada olabiliyorum, değiştiğimiz tarihlerde bunun sahne takvimini sahne müdürlüğü organize ediyor. Onlar bizim bütün programımızı biliyorlar. Sahne müdürlüğü bu kurumlardaki en önemli departmandır. Genel sanat yönetmeni, genel müdürler ve il müdürleri olur. Orkestra müdürleri vardır, baleden sorumlu baş koreograflar vardır. Başöğretmenleri vardır bütün operaların balelerin ama sahne müdürlüğünü hareket başkanlığı gibi düşünmek lazım. Bizim bütün programımızı yapar ve biz ona göre bütün bir sezon nelerde oynayacağımızı üç aşağı beş yukarı biliriz. Ama size şunu söyleyeyim, benim bir üç yılım vardır ki kesintisiz, haftada dokuz gün temsil yaptım. Cumartesi-pazar Matine Suare olduğu için sabah akşam hep oynadık ve ilk evlilik yıllarımda da evimize misafir gelmek istiyor, gelemiyor, kabul edemiyoruz insanları, “Eşim temsilde,” deniyordu. Resmi tatillerde tören yapıyoruz, onlara geliyorlar. Cumhuriyet törenleri yapıyoruz. Biz sahnedeyiz gene. Özel günler oluyor, biz gene sahnedeyiz. Herkes o günlerde operaya, baleye, tiyatroya, konsere geliyor, ama biz de çalışıyoruz orada.

Bankamatik memuru, bankamatik sanatçısı tabirlerine çok sinirleniyorsun. Bunun arkasında, geri planda neler olduğunu ben biliyorum ama okuyucularımız da öğrensin istiyorum.

Balenin girişine turnike koydular. Bize de dijital kimlik kartı verdiler. Kapıdan geçtiğimizde bizi görüyorlar. Oralara kapalı devre kamera sistemleri koydular. Tutuklu sanatçı, gözlem altında sanatçı, baskı altında sanatçı; ne kadar geldin, ne kadar yoktun, bunlar ciddi tacizdir. Düşünün, gece oturuyoruz 12’ye kadar; yedik, içtik, yattık, uyuduk. Saat 3’te bir rüya gördük, uyandık ve oturduk beste yaptık, koreografi oluşturduk. Bu, mesai saatleri içinde değil. Ben 8’le 5 arasındaki düşündüklerimde devlete memurum, 5’ten sonrası da özel sektör, mü diyeceğiz? Var mı böyle bir mantıksızlık? Biz masa başı memuru değiliz ki, evrak memuru değiliz ki. Konservatuara girdiğimizde bizi sanatçı diye yetiştiren bu bakanlık, bize özgür olmayı öğreten bu bakanlık. Konservatuarda bize önlük giydirmediler, üniformada giydirmediler. Aileni durumu fakir olabilir, ayakkabının altı delik olabilir. Öyle gel, dediler. Toplumun bütün kesimlerini kucaklayacağız, onları yaşatmakla, sahnede oynamakla mükellefiz. Hiçbirimizin kıyafetine kimse karışmamalı. 1980-81 öğrenim sezonundan bir sene sonra ihtilal oldu. Bir sene sonra konservatuara albay müdür atadılar, birinci yılından sonra -adını hatırlamıyorum, mutlaka o albay iyi niyetinden de yapmak istemişlerdir belki de- sıraya geçin, dedi. Cuma günleri İstiklal Marşı okunuyor. Millet gülmekten yerlere yıkıldı. Orkestrada bas sesleri; sopranoların, baritonların durduğu yerler var ama basın boyu şu kadar olacak tenorun boyu şu kadar olacak diye bir şey yok. Seslerin bir rengi var, onların da bir yerleştiriliş düzeni var. Ama komutan, askeri düzen bildiği için boy sırası önden arkaya prova yapıyor. Ve düzeni bozdu. Bizim sanat öğretmenlerinden bir tanesi “Komutanım,” dedi, “siz çocukları serbest bırakın, onlar artık çok daha güzel söyleyecekler.”. Konservatuar korosu, daha ne diyebilirim size. Bütün şarkıları ezbere söyleyebilen çok ciddi, Muzaffer Arkan’ın yetiştirdiği, profesyonel koro.

Ben 82’de asistan oldum. 12 Eylül’den hemen sonra bir rektör atadılar üniversiteye, rektörün yaptığı ilk iş hepimize imza koymasıydı. Biz o zaman asistanız, yani bir güvencemiz de yok. Çok sinirlendik, akademide imza olur mu diye. Tuttuk bir aylık imzayı attık. Dekan çok sinirlendi, gitti bir daha koydu, biz gene imzaladık. Bir daha koydu, bir daha imzaladık; sonunda vazgeçti. Bu bir direnmeydi. Ama şimdi Türkiye’deki bütün üniversitelerde o senin söylediğin dijital kartlar var, bir üniversite öğretim üyesinin çıkıp bir gazetede konuşması için rektörden izin alması gerekiyor. Eğer hele ki aykırı bir şey söylemeyi düşünüyorsa, mutlaka kurala uyması gerekiyor. Aksi takdirde soruşturma yapılıyor. Bu galiba, esasında kültüre, eğitime, hatta topluma bakış açısıyla ilgili bir şey.

Birazcık da bizi soğuk suda haşlanan kurbağa yaptılar. Haşlandık herhâlde. Sıcak suya girmedik belki ama örneğin seni sıcağa atmaya kalktılar, sen zıpladın. “Bunları biz soğuk suya koyalım, alttan yavaş yavaş alıştıracağız.” dediler. Dijital karta geçildi. Bunlar bizim kuruma geldiğinde, kendi Facebook sayfamdan haber yaptım. Anket çalışması gibi bir şey yapayım dedim. Nedir burası biliyor musunuz, diye insanlara sordum. Bu kafa bize neyi hatırlatıyor? Cezaevi girişi diyenler oldu. Türkiye Elektrik Kurumu girişi diyenler oldu. Kimse sanat kurumu kapısı diyemedi. Ertesi gün açıkladım: Burası Devlet Opera Balesi’nin sanatçı girişi.

Beni şaşırtan şu oldu; bu imza meselesinde öğretim üyelerinden hiç kimse hiçbir üniversitede bir direnç göstermedi. Herkes kabul etti. Senin verdiğin örnekteki gibi, hele ki sosyal bilimlerde benim hangi saatte oturup makale yazacağıma, hangi saatte kitap okuyacağıma kim karar verebilecek? Ben gece çalışırım; 22.00’de odama giderim, sabah 5’te yatarım. Sen yaptığım işe bak, yetiştirdiğim öğrenciye bak, yazdığım makaleye bak. Bu değil de, 8.30-5.30 şöyle olsun isteği var galiba: 8.30’da gel, 9.30’a kadar çay iç poğaça ye, 11.30’ta öğle yemeğine git, sohbet et, 13.30-14.30 yemek sonrası kahve, iki saat daha takıl olsun bitsin. Bu şekilde belki devleti “idare edebilirsiniz” ama bununla ne akademik camiada yaratıcılık olur, ne de sanatta. Bir şey üretemezsiniz diye düşünüyorum. Hem öğretim üyesi olarak, hem de üniversitede idarecilik yapmış birisi olarak söylüyorum. Ayrıca sanatçıya da karışmayacaksın.

Serbest bırakmak zorundasın. Bize bir tarihte, bakanın birisi dedi ki “Türk adımına göre bale yapın.” -yanlış kullandı, fakat bizimkiler de bunun üzerine gitti. Adım insanlığa mal olmuş bir fiziki hareket; Türk böyle yürür, Alman böyle yürür diye bir yürüyüş tekniği yok. Bize saldırı sipariş geliyor diye davulu mavulu patlattık. Gazetelere haber olduk. Aslında bakanın demek istediği, bizim kendi eserlerimizden, kendi edebiyatımızdan, halkı kucaklayacak bir şeyler yapmamızdı sanırım. “Türk adımı” denildiğinde bile, bu kadar hassas konulara tepki verirken şimdi TÜSAK diye bir yasa tasarısı hazırlandı: Türkiye Sanat Kurumu. Bu kanunu çalışmaya gittik. TÜRKSOY’da yapıldı. Dernekler, sendikalar bir araya geldi. O kadar komik ki; bir kısım, sahne sanatlarından oluşan STK’lar, bir kısım da özel sektörde bu işi yapan kuruluşlar. İşte A bankanın sanat kurumu, B işletme ama özel sektör işletmesi. Bakın, siz bu kurumları satmaya, özelleştirmeye çalışıyorsunuz, bunun formülünü beraber yapalım diye bizi buraya çağırdınız; alacak olanlar burada, onlarla nasıl satılacağı konuşulmaz, ihaleye fesat karıştırıyorsunuz, dedim. Hepsi şöyle bir dondu kaldı. Türkiye’nin en büyük bankalarının, sanat köşelerini, sanat gruplarını, birazcık sanatçıyı hafife alma çabaları var. Bizi akıl edemez zannediyorlar herhalde. Bu tasarının yayımlandığı gün, kurumun kiraladığı araçlar, güvenlik şirketleri, temizlik şirketleri, yaptıkları sözleşmelerin hepsi bakanlık ukdesine geçer, biz ödemelerine devam ederiz. Fakat kurumda çalışan sanatçıların kontratları o gün feshedilir. Ve bu kurum kaldırılmıştır. İtiraz ettim. Bir sanat grubunda genel müdürün, genel müdür yardımcısının kiralık arabası, sanatçıdan daha kıymetli. Onun şirketinin parasını ödeyeceğini bu sözleşmeye koymuşsun, yayımlandığı gün oraya geçecek, ödeyecek adam diyorsun. Sanatçı da o gün fesih oluyor. Bu ne biçim Türkiye Sanat Kurumu? Sanatçısız, burası kurum diye bol bol tabelayı asacaksınız, boy boy kiralık arabalar duracak, herhalde binip binip gezeceksiniz, dedim.

Şimdi hocam, İktisat ve Toplum Dergisini yayımlayan Efil Yayınevi’nden, Adnan Menderes Üniversitesindeki bir profesör hocamızla bir kitap çıkardık; kendisi benim de eski öğrencimdir. Sacit Hadi Akdede, kültür-sanat ekonomisi çalışıyor. Kitabını büyük bir keyifle ve büyük bir merakla okudum. Şunu öğrendim: Dünyanın en kapitalist ülkesi, en liberal ülkesi olarak geçinen Amerika Birleşik Devletleri’nde bile sanatın finansmanına kaynak ayrılıyor. En özeli de sahne sanatları, yani tiyatro gibi, bale gibi. Bunlar olmadan, yaşamın da olmayacağını düşündükleri için, maliyetleri ne kadar yüksek de olsa finanse ediliyor, çünkü bunların ürettikleri “mal”ın, yani sanat eserinin değerini ölçmeniz çok zordur. Dolayısıyla sen oturup “Ben bunun 10 TL maliyetine katlandım. Bunun ürettiği ürünün değeri 5 TL. Zarar ediyoruz, kapatıyoruz.” diyemezsin.

İstiyor musun, istemiyor musun? O münhasır medeniyet seviyesi olacak mı olmayacak mı?

Böyle bakılırsa bu toplantımızın yapılmaması lazım. Bu benim iktisatçı bakışımdır. Bazı malların değerini ölçemezsin. Senin de bildiğin, Picasso’ya akdedilen bir anekdot vardır. Amerikalı gelip “Benim resmimi yap,” diyor, o kadar ısrar ediyor ki sonunda Picasso oturup beş dakika da bir resim yapıyor. 2 bin dolar verin, diyor. 2 bin dolar olur mu, 5 dakikada yaptın, diyor Amerikalı. Picasso da diyor ki, 5 dakikada yaptım ama 40 yıl artı beş dakika. Dolayısıyla orada Alper Kafa’nın 5 dakika sahne alması esasında 20 yıl artı 5 dakika ve onun değerini nasıl ölçeceksin? Bazı malların değeri ölçülmez. Tablolar gibi. Diyorlar ki, açık artırmalarda tabloların değeri ölçülüyor. Hâlbuki tablonun değeri değil, fiyatı veriliyor. Fiyatla değer farklıdır. Öyle ürünler vardır ki fiyatı çok düşüktür ama değeri çok yüksektir. Nazım Hikmet’in Kafatası diye bir tiyatro oyunu var. Muğla’da eski eşya satan bir yerde, 1937 baskısını buldum. Satıcı için herhalde önemli değildi ki 10 liraya sattı. Onun değeri 10 lira mı, diye sorarsanız, değil. Fiyatı 10 liraydı, değeri “kim istese vermem”. Böyle bakmak lazım sanata da. Şimdi, neden Alper Kafa’yla konuşuyoruz noktasına gelelim. Sen, “Ballet Talks” diye farklı bir şey yaptın, zaten farklı olduğu için de Tatbikat Sahnesi’nde sahneye konuldu. Bizler de bir grup arkadaş gittik, büyük bir keyifle izledik. Nereden geldi aklına bu “Ballet Talks”?

Bunun üzerine çok güzel yazılar yazıldı, yorumlar yapıldı. Ben de bu kadar beklemiyordum işin gerçeği. Türkiye’de yaşanan bu konjonktürün içerisinde bale sanatçısı olabilmek, gerçekten çok zor. Toplumda ön yargılar var, “Ne iş yapıyorsun?” sorusuna verdiğimiz cevap “Kültür Bakanlığında çalışıyorum.”. Hiçbir zaman sokakta bir vatandaşa “Ben bale sanatçısıyım.” diyemedim. Anlatamadım bunu. “Ağabey memleket nere?”, “Ne işin yapıyorsun ağabey?” derler, bizim halkımız sıcaktır biraz. O sorularda hep düşüne düşüne cevap verme ihtiyacı hissettim. Örneğin; iktisatçıyım, dediğimizde anında “Adam paradan anlıyor,” diyorlar. Ama işte “sıcak para” desen, onu da anlamayacak aslında. Zanneder ki pantolonun cebi tutuşuyor. Halkımızla iletişim kuramadığımız noktalarda yaşadığım, başımdan geçen olayları tüm samimiyetimle, insanlara anlattım. Nasıl yapılması gerekir, onu anlattım. Kurum olarak sanatçıların yaptığı hataları, siyasilerin yaptığı hataları ve bunları bildiğimiz halde görmezden gelişimize -hiciv oldu- kabare de dediler, Turkish mini kabare de dediler; -çok güzel bir yazı vardı- dansın meddahı dendi. Bunu da sanat eleştirmenleri yaptı ve Türkiye’nin en önemli tiyatro eleştirmenleri, en iyi sanat eleştirmenleri, klasik sanatların eleştirmenleri dâhil olmak üzere hiç beklenmedik övgüler aldım. Tabii bunlar da üzerime büyük sorumluluklar yükledi. Şimdi, oyunda belli bir senaryo yok. Hikâyenin girişini, gelişmesini, drama yapılan yeri bütün gençlik hikâyelerinde olduğu gibi bir sıraya soktuk. Bunu yaparken de Metin Akpınar’dan çok büyük destek aldım. Türk halkını en iyi tanıyan tiyatro sanatçılarından birisi kendisi. En basitinden, bir aksesuarınızı bile temsile çıkmadan önce saklayacağınız yerin disiplini ayrıymış. Balede öyle bir perde boyunca sahnede durmazsın. İki perde boyunca dünyada durmazsın! Girersin, bir beş dakikalık yerin vardır, çıkarsın. Sonra başka sahnelerde üç dakikalık yerin vardır, çıkarsın. İki dakika daha girer, çıkarsın, ondan sonra da selama gelirsin. Bale böyle girişli çıkışlıdır. Ballet Talks, bütün oyun benim üzerimde döndüğü için kesintisiz 85-90 dakika ve tek perdelik bir gösteriydi. Hep sahnedeydim. Bu da ayrı bir stres yüklüyor. Eşim çok çekiyor benden. Temsile 24 saat kala hiç tartışmıyoruz, eve kötü haber geldi mi bana hiç duyurmuyor. Ben bir gün öncesinden kampa giriyorum. Temsil bittikten sonra dökülmeye başlıyor. Pınar, reklam kısmı, piyar kısmı, tanıtım kısmı, afiştir, bütün sosyal medyasıdır, arkamdaki esas güçtü. Tek başınıza yapabileceğiniz bir şey değilmiş, onu öğrendim. Ve 2017-18 sanat kısmında biz 7 ay kapalı gişe oynadık. İlk dört oyunumuz neredeyse dopdolu gibiydi. Gayet güzel tepkiler aldı. Eleştirileri yaparken sohbet eder gibi, insanların samimi bulduğu, oda tiyatrosu havası da vardı. Oyunun içinde anlattığım kahramanlar da hemen hemen her oyuna gelenlerde oldu. “Bak o sözünü ettiğim burada!” diye canlı canlı gösterdim.

Peki, Alper, aklına nereden geldi böyle bir şey yapmak?

3-4 yıldır planladığım bir prodüksiyondu bu. İşlerin yoğunluğundan ancak fırsat bulabildim. En büyük desteği de burada, dönem arkadaşım Beşikçioğlu ailesinden gördüm: Elvin ve Erdal Beşikçioğlu. Eşiyle ikisi, görüştüğümüzde “Sahne senin, sen bizim dostumuz, yakınımızsın, kötü bir şey yapmazsın.” diyerek bir sorumluluk yüklediler. Mahcup da etmediğimi zannediyorum. Sağ olsun onların desteğini de ilk oyundan son oyuna kadar hep gördüm. Önümüzdeki dönemde İstanbul’a götürüyoruz oyunu. Grandpera’da, Emek Sineması yıkıldığında olay çıkmıştı. Tabii ki ben de eski dokunun bozulmasını protesto edenlerdendim. Üzülenlerin başında geliyordum. Yapılacak bir şey kalmadı, artık yenisi yapıldı ve eski sinema salonunun olduğu yer, aynı birebir korunarak üst kata taşınmış. Sanat koordinatörlüğüne eski Devlet Opera ve Balesi genel müdürlerinden Remzi Buharalı geçmiş. Sanat yönetmenliğini de yapıyor. Kendisi ile konuştuk. Birkaç kere İstanbul’a gittim geldim. Anlattığımız hikâyenin bir kısmı zaten bu yerde, oyunla da bir örtüşme söz konusu olduğu için Granpera’yı tercih ettik. Onlar da bizi tercih ettiler. Önümüzdeki dönem İstanbul’da düzenli oynuyoruz. Ankara’da tatbikatı bırakmadık, yine devam ediyoruz. Buna bir ilave, Haziran’ın 11’i gibi Eskişehir’e gidiyoruz. Eskişehir’de belediye başkanlarımızla görüşüp haftada bir de Eskişehir’de sahnelemeyi düşünüyorum. Belediyenin desteğiyle, çünkü Eskişehir öğrenci şehri, orası da hazır diye düşünüyorum. Yılmaz Büyükerşan’ın yaptıkları ortada, örnek bir belediye başkanı. İlçeler keza öyle, çok kıymetli. Beraber, İstanbul, Eskişehir, Ankara’da 2018-2019 sezonunda oynamaya devam edeceğiz.

Bu kadar zorluğa rağmen, bugün Türkiye’de gençlere “Bale yapın, tiyatro yapın” tavsiyesinde bulunabilir misin?

Çok güzel bir soru. Şöyle bir öneride bulunabilirim. Ben, devletten maaş alan, opera balede çalışan bir sanatçıyım. Konservatuarı devletin imkânları ile bitirdim. Şimdi farklı bir sektörde “Ballet Talks” tecrübesini yaşadım, kapalı gişe oynadı, gayet güzel ilgi gördü. Buna rağmen kimseden sponsorluk almadım. Fakat bir kuruş para kazanmadım. Oradan kazanılan parayla, ekipteki arkadaşların hepsinin maaşını ödedim. Tiyatronun kirasını ödedim. Vergileri ödedim. Reklam ajansının bütün parasını ödedim. Ama cebimden de bir kuruş vermedim. Bunları orada yarattım. Emeğimizle gücümüzle o katma değeri yarattık. O para buralara gitti. Bu da başarıdır. Desteklenmeden bu işlerin yapılması mümkün değil. Ben gençlerden umutluyum. Tatbikat Sahnesi’ne bir grup geldi, modern dans grubu kurmuşlar. Beni de ağabeyleri olarak gördükleri için davet ettiler, gidip izledim. Onlara yaptığım öneriyi buradaki genç sanatçı okuyucularımıza da yapmak isterim: Pes etmeyin. Bir gösteriyle, iki gösteriyle, üç gösteriyle başarı sınanmaz. Süreklilik, başarıyı mutlaka getirecektir. Pes etmemek, mücadele edebilmek, başarıyı eninde sonunda mutlaka getirecek. Getirmemesi diye bir şey söz konusu değil. Sanat öyle bir şey ki, size o cesareti verir. Kimsenin ayranı ekşi değildir.

Dünyanın ilk bağımsız merkez bankası “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası”dır. Atatürk kurmuştur. Kurarken bağımsız olsun istemiştir, çünkü kurumların bağımsız olmasının, ülkeleri yukarı çekeceğinin farkındadır. Sen sanattan örnek verdin, ben de ekonomi ile ilgili kurumdan. O yüzden Mustafa Kemal’i yâd etmek güzeldir, gereklidir. Celal Bayar’ın bir sözü var biliyorsunuz: Mustafa Kemal’i anmak, ibadet etmektir.

Bir cevap yazın