TINA ve Bir Alternatif Var – İzzettin Önder (İTD 44)


Bilindiği gibi, 1980’ler iki büyük ekonominin öncülüğünde neo-liberal politikaların tüm kapitalist ülkelerde  devreye sokulduğu dönemdir. Neo liberalizmin felsefi başlangıç yılı Lippmann Komisyon toplantısının yapıldığı 1938 yılına, politikanın netleştirilerek oturtulması Mont Pelerin toplantısının gerçekleştirildiği 1947 yılına dek gerilere gittiği halde, aktif olarak uygulama 1980’lerde ABD’de Reagan ve İngiltere’de ise Thatcher yönetimi ile uygulamaya sokulmuştur. TINA –There Is No Alternative- yapay sözcüğü ise, 1980’lerde İngiltere’de başbakan olan “demir lady” lakaplı Margaret Thatcher’in kullandığı sloganın kısa ifadesi olup, o günden beri tüm dünyayı saran önemli bir simge olmuştur. “Aklın yolu birdir” gibi insan akıl ve iradesini dar kanala sokan bu ibare, ne hazindir ki, bulaşıcı hastalık gibi, Özal döneminde Türkiye’ye de sıçramış, özellikle 2008 krizi ertesinde neoliberalizmin iflası üzerine onlarca kitap ve makale yayınlanmış olmasına rağmen, halen kimi kafalarda canlılığını korumaya devam etmektedir.

Nisan ayının sonlarına doğru (19-20 Nisan 2014) Özgür Üniversite bünyesinde tertiplenmiş iki günlük toplantının konusu “Alternatif Politika Var” idi. Bir gazete yazımda, bu toplantıyı öne çıkarıp, üniversitelerimizin bu konuda kafa yormadıklarından ve topluma alternatifler sunamadıklarından şikayetçi olduğumu gören profesör Çolak dostum, büyük bir nezaketle bana Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) yayını olan “Bir Alternatif Var”  başlıklı çalışmasının Efil Yayınevi tarafından yapılan çevirisini gönderdi. Bu yazıda, Fulya Güle tarafından başarılı bir şekilde yapılmış olan çeviriyi esas alarak, kitabın etrafında sürdüreceğim tartışma içinde fikrimi de değerli okuyucularla paylaşmak istiyorum. Ana konuya geçmeden bu konularla ilgilenildiğini, neo-liberal akımın nasıl bir politika olduğunu irdeleyip, alternatifler üretilme yoluna girildiğini görmekten mutluluk duyduğumu ve Efil Yayınevi tarafından böylesi bir çalışmayı Türkçeye kazandırmış olmasından duyduğum memnuniyeti de ifade etmek istiyorum.

***

1980’lerde yaygın olarak uygulamaya sokulmuş olan neoliberal politikalar çerçevesinde ana merkez kapitalist ekonomiler bir bölümü finansal alandakiler, bir bölümü de reel alandakiler olarak kabaca ikiye ayrıldılar. 1979 Tokyo görüşmeleri sonucunda, ana merkez devletlerden ABD ve İngiltere finansal alanda, Almanya ve Japonya ise reel üretim alanında yer aldılar. Ancak, giderek hızlanan ve yükselen finansal operasyonlar hemen tüm merkez ülkeleri sardı, zamanla da yüksek faiz sağlama havuzu olarak, çevresel ekonomilere de yöneldi. Özellikle finansal sermaye olmak üzere, sermayenin başatlığı ve aralarındaki rekabet iki kesim üzerine ağır darbe indirdi. Keynesyen talep-yanlı iktisat politikalarına zıt olarak arz-yanlı iktisat politikalarının devreye sokulduğu uygulamada sermaye üzerindeki vergi yükü hafifletilirken, kamusal finansmanın yükü emekçi ve genel halk kesimine yıkıldı. Güvencesiz çalışma koşulları, esnek istihdam, sendikasızlaştırma vb gibi sermaye üzerinde yük oluşturan tüm emek maliyetlerinin azaltılması ve piyasada değişim değeri olmayan, emeklilik vb gibi sosyal maliyetleri hafifletme, hatta emek üzerine yıkma yollarına gidildi. Sermayeler arasında rekabet nedeniyle sermaye kesiminin devleti ve emek kesimini çökertmesi ulus ekonomilerde piyasalar üzerinde baskı oluştururken, küreselleşmenin devreye sokulması ile sermayenin önüne yeni üretim merkezleri ve piyasalar açılıyordu. Sermayenin ulus ötesi alanlara yayılması devlet erki karşısında sermayenin güçlenmesi ve manevra alanını genişletmesi anlamına geliyordu. O kadar ki, geçmişin ünlü anti-tröst yasaları dahi neredeyse uygulanamaz hale geliyor , uluslar arası okyanuslara açılan sermaye yapılarının büyük ve güçlü olması görüşleri geliştirilerek tekelleşme olgusuna yeşil ışık yakılıyordu. Bunun karşısında uluslararası hareketliliği kısıtlanmış olan emeğin vahşileşen piyasalarda kendisine biçilen fiyata razı olmaktan başka seçeneği yoktu. Böylece gelişen finansallaşma ve küreselleşme, ulus devletin erkini ve emeğin manevra alanını daraltarak, tüm yerküreyi sermayenin emrine açıyordu.

Neo-liberal politikaların toplum katmanlarında dirençle karşılaşmadan suhuletle içselleştirilip kabul edilmesinin sağlanması için, ekonomik ölçütler geri plana çekilip, özgürlük, milliyetçilik ya da dinsel inanışlar vb. gibi alt kimlikler öne çıkarılıyordu. Böylece kurulan büyük dünya sisteminde, salt emek değil, üretim zincirinin belirli noktasında yer alan ülkeler de dünya üretim sistemi zincirinin bir halkasını oluşturuyor, hemen tüm ülkelerde iç hukuk ve yönetim sisteminin de homojen yapıya dönüştürülmesi zorlanıyordu. Ülkelerin hukuk sistemleri ulus-üstü yasalara uyumlu hale getiriliyor, ekonomi alanındaki ihtilaflar da uluslararası düzeyde oluşturulmuş özel yargı kurumlarında kamuya kapalı olarak işletilen “tahkim” kurullarında karara bağlanıyordu. Öyle ki, hemen tüm ülkeler dünya hegemon sisteminin birer yarı-otonom eyaletleri gibi yapılanma yoluna giriyordu. Kısacası, Marks’ın yaklaşık iki yüz yıl öncesinden söylemiş olduğu kapitalizmin dünya sistemi olacağı öngörüsü gerçekleşmiş olup, fiilen yaşanıyordu.

Neo-liberal sistemin idari yapısı da, devleti ekonomik alandan çekip salt iktisadi ajanlara uygun düzen sağlamakla görevli hakem rolünü oynayan yapıya indirgiyordu. Yeni düzen ve algılamada devlet ekonomik kalkınma, bölgesel dengesizlik ya da gelir dağılımı vb gibi ekonomik karar alanlarından çekiliyor, sadece oyunun kuralları ile uygulanması görevi ile yükümlü kılınıyordu. Keynes’in 1936 tarihli ünlü Genel Teori kitabı ile oluşturduğu teorik alt-yapı üzerinde yükselen Maliye Politikası öğretisi de yeni politikalar çerçevesinde ekonomik istikrarın sağlanması dışında kalan alanlarda işlevini yitirmiş görüldüğünden, formel fakülte programlarında müfredattan kaldırılıyor, standart maliye kitaplarında dahi işlenen konu olmaktan çıkarılıp, makro-ekonominin bir bölümü olarak daraltılma yoluna gidiliyordu. Zira, neo-liberal politikalarda devletin ekonominin işleyişine ait ve ülkenin geleceğine dair hiçbir programı ve söz hakkı yoktu. Keynes sistemin de teleolojik anlayışla politika belirleyen ve elindeki iktisadi ve mali araçları bu doğrultuda kullanan devletler, artık nomokratik anlayışla, yani ekonomi alanında ülkenin ve vatandaşların geleceğine ait hiçbir hedefi olmadan salt yönetsel işlevle yükümlü kılınmış ve halkların kaderi ekonomik ajanların karşılıklı davranışları ile belirlenme durumuna terk ediliyordu. Margaret Thatcher’in sendikalara karşı güttüğü katı çökertme politikası tüm ekonomi alanına yayılmış, hatta okullarda çocuklara süt desteğini kaldırmasına kadar yaygınlaştırılmıştı. Her dönemde siyasetçilerin olumsuz politikalarını protesto eden halkların zekice buluşlarının bir örneğini de Thatcher’e uygulanan “Maggy Thatcher / Milk snatcher” (Maggy Thatcher / süt kapkaççısı) sloganı oluşturmuştur.

Neo-liberal politika ve uygulamalarının ahvali böyle iken aranacak alternatif ne olabilirdi ki? Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) tarafından yayınlanmış olan “Bir Alternatif Var” başlıklı çalışmayı bu gözle incelediğimizde, tartışmaları kabaca iki noktada toplamanın olanaklı olduğunu ileri sürebiliriz. Bir kısım tartışmalar neo-liberal politika uygulamalarının olumsuzluklarını açıklamakta, bir kısım tartışmalar ise bazı değişim ya da uygulanan politikalara direniş yöntemlerini sergilemektedir. Her iki alandaki tartışmalarda da çalışmanın bel kemiğini, büyük bir olasılıkla ILO tarafından hazırlanmış olmasının bir sonucu olarak, çalışma ve iş yaşamı koşulları ve sendikal örgütler dünyası oluşturmaktadır.

Eserde neo-liberal politika ve uygulamalara yöneltilmiş eleştirileri ve önerilen önlemleri, genel hatları ile, şöylece tartışabiliriz. İki temel makalede ele alınış şekli ile, teorik bakış açısından, neo liberalizmle yapılması gerekli mücadelede, akademik alan, ideolojik alan, politikalar alanı ve siyaset alanı olmak üzere dört alan öne çıkmaktadır. Akademik alanda neoliberal politikalara güçlü bir biçimde itiraz edilmesi gerektiği savunulmaktadır. Kimsenin itirazı olmayan böyle bir teze karşın şu sorulabilir. Dünyanın ileri gelen ekonomileri olmak üzere dört bir yanında binlerce üniversite sayısız araştırmalar yaptığı halde nasıl oluyor da böyle bir kalkışta bulunulmuyor da, ILO bu durumdan rahatsız olarak akademik camiayı göreve çağırıyor? Bu sorunun yanıtı çok açıktır. Althusser tanımlı ideolojik aygıtlar tasnifinde eğitim sistemi ve üniversiteler sistemin ideolojik üst-yapı organlarıdır. Bunun anlamı şudur ki, eğitim sistemi ve üniversiteler sistemden bağımsız düşünce geliştirip yaşama geçiremeyecekleri gibi, hatta, tam tersine, üretim ilişkilerinin başat ideolojisini yeniden üretip, bu ideolojileri genç dimağlara aşılayarak, sistemin aksamadan devamını sağlamakla görevlidirler. Bunun çok tipik örneğini son krizden hemen önce ve ertesinde ABD’deki çok ünlü üniversitelerin ve oralarda çalışan çoğu Nobel ödüllü tanınmış akademisyenlerin kriz öncesindeki isabetsiz tavırlarında olduğu kadar, kriz ertesinde tanı koymadaki yüzeyselliklerinde de görülmüştür. İngiltere Kraliçesi Elizabeth’in London School of Economics hocaları ile yaptığı görüşme sonrasında Kraliçeye sunulan cevabi mektubun yüzeyselliği de yine bu yöndeki kanıtlardandır. Bu tavır Türkiye’deki üniversitelerde ve öğretim üyelerinde de çok farklı değildir. Hatta diyebilirim ki, Türkiye’de, birkaç nadide örnek dışında, ana akım iktisadın mümin talebelerinden olan hiçbir akademisyen Stiglitz’in “Eğer ABD ekonomisini reforme etmek istiyorsa, ekonomi bilimini reforme ederek işe başlaması gerekir” (Stiglitz, 2010; 238) mealindeki oldukça yumuşak ifadesinin yanından dahi geçememiştir.

İkinci alan olan ideolojik alanda, piyasa hakimiyetine karşı çıkılması gerektiği ve özel kesim işletmelerinin mutlaka kamu işletmelerinden daha verimli olduğu gibi tezlerin koşulsuz kabul edilmemesi gibi daha iddialı görüşler ileri sürülmektedir. Özelleştirmelerin ekonomilerde oluşturduğu hasarlardan da söz edilerek, neoliberal görüşlere karşı çıkılması gerektiği fikri ileri sürülürken, aslında tüm sürecin başlangıcında halklar üzerine nasıl bir bombardımanla gelindiği göz ardı edilmektedir. Bu alandaki ideoloji o denli güçlüdür ki, özel kesimin kar olgusunun kamu kesiminin ve işletmelerinin sosyal yarar olgusu ile karşılaştırılmayacak olduğunun dahi dikkate alınmadığı ihmal edilmektedir. Türkiye’de de bu acı hikaye yaşanmıştır. Şöyle ki, 1960-79 arasında planlama uygulanmış ve sermaye alanına büyük avantajlar sağlanmış olmasına rağmen, 1980 politikalarıyla ihracata açıldığımızda dış rekabete uygun yapı oluşturmamış olmamıza rağmen, özel kesim kuruluşlarının karlı olduğu, hatta dünya milyonerleri arasına eleman soktuğumuz da traji-komik şekilde iftihar vesilemiz olmuştur.

Nihayet politika ve siyaset alanına geldiğimizde neo-liberal politikaların emek kesimi üzerinde ne denli baskıcı ve çökertici olduğu anlatılarak, bunlara karşı mücadele edilmesi gerektiği ileri sürülmektedir. Hemen herkesin arzusu olan bu durumun neden bundan 30 yıl kadar öncesinde değil de şimdilerde ortaya çıktığını neoliberal politikalarla açıklamak bilimsel gelmemektedir. Keza, bizatihi neoliberal politikalar da aktif öğe olmayıp, sermaye deviniminin toplumlara dayattığı durumun ifadesi olarak pasif öğedir. Şöyle ki, sermaye kesimi hem rekabet hem de emeğin verimliliğini yükseltmek amacıyla sermayenin organik bileşimini sermaye lehine değiştirdikçe emeğin üretimdeki aktif rolü ve politik gücü zayıflamıştır. Bu süreçte sendikaların güçsüzleşmesi emek gücünün değişim değerini tedricen asgari geçim düzeyine çekerken, aynı zamanda kıdem tazminatı vb gibi ek maliyetlerden de sermayeyi azad etmiştir. Sermayenin uluslararası rekabete girmesi ve kar oranlarının gerilemesi, piyasa koşullarında emek üzerindeki yüklerin artmasına yol açmıştır. Bu süreçlerin insani olmadığı, emekçileri ve halkları yoksullaştırırken bizzat sermayenin piyasa alanının da daralmasına yol açtığı da ortadadır. Ne var ki, bu süreç var olan ekonomik koşullar ve üretim ilişkileri bağlamında organik olarak ortaya çıkıp gelişen durumdur. İş sürelerinin kısaltılması ve/veya vardiya sayısının artırılması emek sorununa kısmi çözüm olarak görülüyor olabilmekle beraber, sermayeler arasındaki rekabet ve zaten giderek daralan kar oranları böylesi görece insani politikaların devreye sokulmasını ekonomik gerekçelerle engellemektedir.

Günümüzdeki gelişmeler o boyuttadır ki, artık maddi sermaye sahipleri dahi finansal sermaye sahipleri karşısında adeta emekçiler gibi bağımlı ve zor duruma gireceklerdir. Şöyle ki, borsalar üzerinden anlık yatırım alanını değiştirebilen finansal sermaye, daimi olarak en yüksek getiri sağlayan reel alana yönelme dürtüsü ile piyasada gezinirken, reel yatırım sahipleri zor durumda kalabilir. Leasing kurumunun tüm ekonomiyi ve alanları kapsadığı hipotetik bir modelde, yıllar öncesinde Thorstein Veblen’in açıkça ifade etmiş olduğu gibi, finansal sermaye reel sermayeye başat olma konumuna geçebilir.

Böylesi dar çerçevede ele almaya çalıştığım görüşlerin özü şu ki, sistemler bütünsellik arz eder. Eskilerin ifadesi ile sistem, efradını cami, ağyarını mani bir bütünselliktir. Sistem ciddi yapılanmadır. Bu açıdan baktığımızda, neo-liberal politikalarla Keynesgil politikaların, sistemsel gereklilik yönünden farklılıkları yoktur. 1929 Krizi aşamasındaki sermaye gereksinimi Keynesci politikaları gerektirdi, 1980 sonrası koşullar ise neoliberal politikaları gerektirdi. Her iki politika da, aktif olarak devreye girip ekonomileri tetiklemiş olmayıp, bizzat ekonomiler kendi dinamikleri sürecinde şekillenirken, üst-yapı kurumlarında önemli uyum yapılanmaları oluşmuştur. Gerek talep yanlı Keynesgil, gerek arz-yanlı neo-liberal politika olarak nitelediğimiz uygulamalar, teorisyenlerin geliştirip sisteme oturttukları yöntemler olmayıp, tam tersine, teoriler, sermaye süreçlerinin ve bu süreçlerin yarattığı ve dayattığı uygulamaların kavramsallaştırılmasından başka bir şey değildir. O nedenle, sermaye durağan nitelikli olsa idi, 1930’larda Keynes ve talep-yanlı politikalar olamazdı, 1980’lerde de Hayek-Friedman politikaları ve arz-yanlı ekonomi uygulaması yaşama geçirilemezdi. Ancak bir noktanın gözden kaçırılmaması gerekir ki, “gereklilik”, “ihtiyaç” ya da “var olan koşullar” gibi sözcük ve kavramlar genel halk veya hatta emek için değil, sermaye içindir. Sermayenin gerektirdiği, sermaye için ihtiyaç olan ya da sermaye açısından var olan koşullar konuşulmaktadır. Bunda da hiçbir yanlışlık ya da aykırılık söz konusu değildir, zira sistemin adı “kapitalizm” dir ve sistemin hakim dokusu ne halk, ne devlet, ne de emekçidir; sistemin başat dokusu sermayedir.

Yazıyı sonlandırırken Lakatos’u hatırlamamızda yarar vardır. Lakatos’un “sert çekirdek” faraziyesi sosyal alandaki eleştiriler ve önerilerin değerlendirilmesinde çok önemli bir rehberidir. (Lakatos, 1970)Aslında bir matematikçi olan Lakatos, hipotez ya da eleştirilerin sert çekirdek ile mi yoksa yumuşak kuşak ile mi ilgili olduğuna göre değerlendirilmesi gerektiğini belirtirken, sosyal bilim alanında çalışanların eleştirilerinin isabeti ve gücü konusunda daha dikkatli olmasını da bize hatırlatmaktadır. Doğa bilimlerinde neyi yapabileceğimizin neyi yapamayacağımızın sınırını doğal yasalar çizer ve dayatır; var olan koşullarda sınırlarımızı hatırlatır. Sosyal alandaki oluşumlarda her an her şeye hakim olabileceğimizi düşünmek, çoğu zaman ham düşlemenin ötesine geçemez. O nedenle yumuşak kuşakta hareket ederken sert çekirdeği etkilemediğimizi bilmenin yanında, gerçek eleştirinin ısrarlı şekilde sert çekirdeğe yönelik olması gerektiğini ve bu tür eleştirilerin sistemin gidişatını ve olgunlaşmasını hızlandırma işlevi gördüğünü hatırdan çıkarmamalıyız.

Kaynaklar

  • ILO (2013), Bir Alternatif Var, (çev. Fulya Güle), Efil Yayınevi, Ankara
  • Lakatos, Imre (1978), “The Methodology of Scientific Research Programmes”, Philosophical Papers, J.Worrall & G.Curie (eds.) Cambridge University Press, Cambridge
  • Stiglitz, Joseph E. (2010), Freefall,W.Norton & Company, New York

1940 yılında Erzurum’da doğan İzzettin Önder, İlk ve Orta öğrenimini sırasıyla Fatih İlkokulu ve Robert Koleji’nde yaptı. 1963 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bitirdi. Aynı fakültede 1967 yılında Doktorasını, 1971 yılında Doçentliğini tamamladı. 1980 yılında Profesör oldu. Halen İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Kürsüsü’nde görevini sürdürmektedir. Boğaziçi Üniversitesi'nde Devlet Kontrolü ve Vergilendirme derslerini vermektedir. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümün de Türkiye İktisat Tarihi derslerine girmektedir. Uzun süre Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığı yapmıştır. Akademik yaşamı boyunca İngiltere’de York Üniversitesi’nde, Japonya’da Seijo Üniversitesi’nde, ABD’de Iowa ve Minnesota Üniversiteleri’nde çeşitli burslarla araştırmacı olarak görev aldı. Uluslararası Maliye Enstitüsü, Maliye Eğitim Sempozyumu ile Ekonomik ve Sosyal Etüdler Konferans Heyeti üyesidir. 1991 – 1992 yıllarında Vergi Konseyi Üyeliği yaptı. Yayınlanmış çalışmaları şöyledir: Türkiye’de Kamu Harcamalarının Gelişme Seyri: 1927 – 1967, İktisat Fakültesi Yayını, İstanbul, 1974. Ekonomi & Politika Yazıları; Der Yayınları, İstanbul 2000 Küreselleşme, Kriz ve "İstikrar" Programı Nasıl Aldatılıyoruz? ; Nazım Kitaplığı, İstanbul, 2002 Türkiye Nereye Götürülüyor? AKP Karanlığında Ekonomi, Siyaset, Dış Politika ve Eğitim ; Nazım Kitaplığı, İstanbul, 2004 Başta Maliye Teorisi ve Maliye Politikası konularında açık öğretim için yazılan kitaplar olmak üzere iktisat üzerine yazılan kitaplara katkılar. Yurt dışında ve yurt içinde akademik dergilerde Türkçe ve İngilizce makaleler. İzzettin Önder, halen günlük Evrensel gazetesi'nde ve soL Haber portalinda köşe yazarıdır. Praksis dergisi Danışma Kurulu üyesidir. Önder, ayrıca 4 Haziran 2014'te son günlük sayısını çıkaran soL gazetesinin düzenli yazarlarındandı.

Bir cevap yazın