Şöyle Böyle Tarihçiliği Üzerine – Bozkurt Güvenç (İTD 82)

Sculpture Theodor Mommsen Historian  - Couleur / Pixabay

15 Temmuz Darbesi’nin birinci yılında medyayı izliyorum. Biraz hayret biraz kaygıyla… “Ülkemizin, içine düştüğü bunalımdan nasıl çıkarız?”, “Ne yapmalıyız?” soruları üzerinde görüş ve önerileri sorulan kimi kişiler söze, “Bu duruma nereden, nasıl geldik?” diye başlıyorlar. Açıklanmayan ortak gerekçeleri şöyle görünüyor: Nasıl düştüğümüzü bilirsek, nasıl çıkacağımızı söyleyebiliriz.

Tarihten ders alarak geçmişi anlayıp, geleceğe yönelik öngörülerde bulunmak, tarih yazanların uyguladığı yaygın bir akıl yürütme yöntemidir. Ne kadar geçmişten? Matbaanın keşfinden, Fransız Devrimi’nden, Tanzimat’tan, Meşrutiyet’ten, Cumhuriyet’ten ya da Demokrasi Hareketi’nden mi, yoksa daha yakın bir geçmişten mi? Kimisi, 27 Mayıs 1960’tan; kimisi, 12 Mart 1980’den alır. Kimileri de, AK Parti iktidarının 15 yıllık 3-Y politikasından ya da çok daha yakın bir geçmişten. Söz gelişi, MGK’nin 2004 Kararları’ndan, 2008 Ekonomik Bunalımından, 2010 anayasa değişikliği referandumundan, 2013 Gezi ya da 17-25 Aralık rüşvet–yolsuzluk operasyonu ve Darbeleri Araştırma Komisyonu Raporu ve Eki’nden, hatta Adalet yürüyüşünden başlamayı yeğliyor. Bilinen olaylara değinerek başladıkları sözün bir yerinde, kendilerini tutamayıp şöyle bir parantez açanlar oluyor: “Oysa öyle olmasaydı böyle olurdu; ya da şöyle olsaydı böyle olmazdı!”

Bu yazımda, “Şöyle olsaydı böyle olmazdı.” diye başlayan “Şöyle Böyle Tarihçiliği” üzerinde duruyorum. Geçmişte olup biten olguları ya da olup bitmeyenleri izleyen aklın temel sorusu budur. Çanakkale Savaşı olmasaydı, Cumhuriyet kurulur muydu?

Tarihçiler de sorar, olası seçenekleri arar; ama “olsaydı”, “olmasaydı” demekten kaçınırlar. Şu gerekçelerle:

1. Başka türlü olamadığı ya da olamayacağı için öyle olmuştur.
2. Tarihi olay geçmişte olup bittiğine ve yeniden yaşanamayacağına göre, geçerli olup olmadığı irdelenemez.
3. Doğruluğu (geçerli olup olmadığı) irdelenemeyen önermeler, Tarih Biliminin konusu olamaz.
4. Gizli kalmış belgeler, tarihi yargıları değiştirmez; çoğu kez destekler, hatta açıklar.

Aile ve kahvehane sohbetlerinde tartışılan, video kayıtlarından silinmeyi bekleyen spekülasyonlar (sözlüklere göre, saptırmalar veya kurgular) olarak kalırlar. Ne var ki, kitap ve araştırmalarıyla tanınmış kimi uzmanlar, benzer bir kurgu yanılgısına düşmekle kalmıyor; izleyenleri etkileyerek, yanılgıyı daha da yaygınlaştırıyor.

Siyaset yapmayı, meydanlarda toplanan halka nutuk atma sanatı sananlara, tarihi değiştiren yanıltıcı kurgulardan sakınmalarını önermek etkili olmadığı gibi, gerçekçi de değildir. Sorunun ideal çözümü, belki de, toplum ve bireylerin demokrasi ile demagojiyi ayıracak düzeye erişmesiyle bulunabilir.

Diyalektikten söz ediyor ama biçimsel (suri) mantığın, “Bir önerme ya doğrudur ya yanlıştır, yani üçüncü şık imkânsızdır.” ilkesiyle tartışıyoruz. Oysa diyalektik mantık, tarihi, doğru ile yanlışın (tez ile antitezin) bir sentezi olarak görür. Son yarım yüzyılda, diyalektik mantığı destekleyen yeni gelişmeler oldu. Gerçi, Cilliers’in karmaşık ilişkilerde, neden-sonuç arama yerine, “her nedenin bir sonuç; her sonucun bir neden olduğu” önerisi genel kabul gördü ve Pinter’in “Her doğruda yanlışlar, her yanlışta doğrular var.” önermesi 2005 Nobel Barış Ödülü kazandı ama, temel ilke değişmedi:

İrdelenemeyen tarihi önerme ne doğrudur ne de yanlış. Kurgu, kurgudur ve kurgu kalır. Tarih ile tarihi roman farkı buradadır.

Ülkemizin iki üç kuşak süreli Müslüman Kardeş eğitimiyle ikiye bölündüğü görüşü, güvenilir bir yorum ise; bu iki yarımın ortak bir milli kimlik edinmesi, tartışmalı halkoylarıyla değil; en az birkaç kuşak sürecek, laik, bilimsel ve demokratik bir Cumhuriyet eğitimiyle gerçekleşebilir.

Bir cevap yazın