Ekonomik Kriz Bu Kez Farklı (mı?) Asaf Savaş Akat, Ömer Faruk Çolak, Ege Yazgan, Murat Üçer, Seyfettin Gürsel (İTD 98)


İTD yuvarlak masa toplantılarının dördüncüsünü Aralık’ta ve bu kez açık oturum şeklinde, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde gerçekleştirdik.

Editörümüz Ömer Faruk Çolak’ın moderatörlüğündeki oturumda Asaf Savaş Akat, Ege Yazgan, Murat Üçer ve Seyfettin Gürsel ile birlikte ekonomik krizin bu kez farklı olup olmadığını tartıştık.

ÖMER FARUK ÇOLAK: Açık oturum başlığımız biraz tedirgin edici. Kriz var mı? Bu kriz diğerlerinden farklı mı? Önce, kriz var mı, sorusuna yanıt vermek zorundayız. Çünkü kimi iktisatçılara göre ya da siyasi iktidarın, erkin kimi sorumlularına göre ülkede kriz yok. Dört değerli konuşmacı var. Bu dört konuşmacıya afişlerimizde verdiğimiz sıraya göre söz hakkı vereceğim. Ama bu arada hazır buraya gelmişken bir iki dakika da size İktisat ve Toplum Dergisi serüvenimizi anlatmak isterim. İktisat ve Toplum Dergisi’ni 2010 yılında kurduk. Kurarken bir kere tabii dezavantajımız var, Ankara’da başlıyoruz. Ankara, yayıncılıkta İstanbul’a göre daha fakir bir bölge gibi görünüyordu. Ama desteği biz doğru adreslerden aldık. Desteği aldığım adreslerden bir tanesi de şimdi sağımda oturan değerli Asaf Savaş Akat’tır. Yedi kişiye sordum hocam böyle bir niyetimiz var, destek verir misiniz diyerek, Asaf Hoca elimden gelen her şeyi yaparım dedi ve bugüne kadar yaptı da. Nihayetinde de Şubat 2019’da 100. sayımızı çıkartıyoruz. Gururluyum, tek başıma değilim, bütün yazarlarla, yayın kuruluyla, danışma kuruluyla; çünkü Türkiye’de biraz ukalalık yapmış olacağım ama üniversitelerin başaramadığı bir şeyi başardık (bunun akademisyenlerden kaynaklanmadığını biliyorum). Kesintisiz, hiçbir yerden destek almadan, hiçbir yere bağlı kalmadan bağımsız 100 sayı iktisat ile dergi çıkarmayı becermiş olacağız. Bundan dolayı her toplantı açılışında değişik illerde değişik üniversitelerde, hep söylüyorum, Asaf Hoca başta olmak üzere diğer yedi kişiye ve daha sonra gelen, bize katılan herkese, Ege Hoca da sağımda oturuyor, şimdiye kadar bize yazılarıyla destek verdi. Sağ olsun. Sol tarafımdaki hocalarımızın da desteklerini beklediğimiz için ben davet olarak ileteyim. Böyle böyle zenginleşiyoruz. Daha ayrıntılı bilgi isterseniz www.iktisatvetoplum.com’dan edinebilirsiniz.

Evet, bu kriz farklı mı? Şimdi şöyle de bir şan sımız var galiba, biz ülkemizde kriz teorilerini belki de kitaptan okumadan öğrenen nesiller olduk hep. Şimdi de öyle. Örneğin, bizim dergiyi yayımlayan yayınevimiz 2008 krizi ile işe başladı, yayın hayatında o da 10. yılını doldurdu ve kriz içinde devam ediyor. Yapılanları büyük başarılar olarak görüyorum, krizle doğup krizle devam etmeyi sürdürdüğümüz için. Dolayısıyla kriz meselesi bizim için sanki yanımızdaki dost mu düşman mı pek de belli olmayan bir eş gibi duruyor. Şimdi afişteki sıralamaya göre ilk önce Ege Hoca’ma söz vereceğim. Hocam kriz var mı, bu kriz diğerlerinden farklı mı?

EGE YAZGAN: Çok teşekkür ediyorum öncelikle. İktisat ve Toplum Dergisi’ne bize bu fırsatı sunmuş olduğu için ayrıca teşekkürler. Ben şöyle başlayayım; kriz var mı yok mu tartışması… Bu kriz konusunda hiç olmazsa iktisatçılar olarak resesyonun teknik bir tarifi var elimizde. Resesyon olup olmadığını söyleyebilmemiz için de beklememiz gerekiyor. Önümüzde iki defa üst üste negatif büyüme görecek miyiz? Birinci konu bu. Pazartesi günü bir büyüme rakamı göreceğiz. Benim tahminim düşük bir büyüme rakamı göreceğimiz yönünde, ama negatif bir büyümeye henüz orada ulaşmış olmayacağız. Dördüncü çeyrek için tahminlerimiz genelde negatif büyüme olacağı yönünde, 2019’un ilk çeyreğinde de eğer negatif büyümeyi görürsek teknik olarak resesyon olacak. Yalnız şunu söylemek lazım, Türkiye ekonomisi Ağustos’ta ciddi bir döviz kuru şoku yedi. Bu şokun etkileri ekonomi üzerinde taşıyor. Döviz cephesi biraz sakinleşmiş olsa da buradan gelen, özellikle reel sektör üzerine gelmiş olan, hasarın ne kadar derinleştiği ve bunun mali sektöre olacak olan yansımaları, yani bankacılık sektörünü ne kadar zora sokacağı, biraz önümüzdeki zaman içerisinde belli olabilecek bir şey. İlk şokla birlikte doğal olarak ekonomi ister istemez ayarlanma sürecine girdi. Şokun döviz borçlu bilançolar üzerinde yarattığı etkiyle, faizlerde de ciddi bir yükseliş olunca, iç talep daralmaya başladı. Bu iç talepteki daralmanın bir uzantısı da kendini ithalat tarafında gösteriyor. İthalat tarafında da ciddi bir düşüş var. İç piyasada talep az olduğu için, ister istemez firmalar ellerindeki malları bir şekilde dış pazara doğru yönlendirmeye başladı. O nedenden dolayı da ihracat arttı. İhracatın artmasının da tek nedeni bu değil tabii. Döviz kurunun vermiş olduğu ciddi bir fiyat avantajı da, rekabetçilik avantajı da var. Reel kura baktığımız zaman, nominal döviz kurundaki son düzelmeye rağmen, 2003 krizinin reel kur düzeylerinde bir yerlerdeyiz şimdi belki de… Şu an itibarıyla ciddi bir rekabet avantajının olduğu bir reel kur görüyoruz. İthalattaki düşüş, ihracattaki artışın sonucunda da, doğal olarak cari fazla vermeye başladık. Ekonominin kendisine yaptığı ilk tepki, ayarlanmanın başlangıcı bu. Ama bu sürecin maliyeti konusunda şu an itibarıyla, biraz önce de demiş olduğumuz gibi, net bir resim önümüzde göremiyoruz. Şirket bilançolarında yaşanan tahribat ve mali sektöre etkileri konusunda elimizde net bir veri henüz yok. Bu konuda Murat çok yazdı, o daha çok fazlasını söyleyecektir. Bizim eski kriz deneyimlerimiz, Türkiye ekonomisinin çok esnek ve dayanıklılığı yüksek bir ekonomi olması nedeniyle, “krize gireriz ama hemen çıkarız, yani V şeklinde bir hareket olur” yönündeydi. Bunun en yakın örneğini 2008 sonunda gördük, 2009’un ilk çeyreği -14’lerde bir büyüme, ondan sonrada anında hızlı bir düzelme söz konusu. Bu ekonomi bunu nasıl yapıyordu eskiden? Şöyle, o zamanlara baktığımız zaman, 2001 krizinde de aynı şekilde dinamikler söz konusu. Bir kere şöyle bir avantaj vardı; bir finansman krizine girdiğiniz zaman, özellikle dış finansman krizleriyle ilgili, onun gerektiği politika hareketlerini ve aynı zamanda, 2001 olduğu gibi IMF gibi bazı dış destekleri de aldığımız zaman, iç pazarın genişlemesi kolay oluyordu. Borçluluk oranları da düşük olduğu için iç pazara maliye ve para politikalarıyla stimulus’u verdiğiniz zaman hemen ekonomi genişlemeye rahatlıkla geçebiliyordu. 2009 sonrası global likidite bolluğu bunu çok rahata yapabilmemizi sağladı. Ancak şu an borçluluk oranları, hane halkları da dâhil olmak üzere, eski krizlerdeki kadar dış kaynak bulsanız dahi, hane halkalarını tekrar harcamaya aniden yönetebilmeye pek elverişli gözükmüyor. Hane halkı harcamazsa iç pazara yönelik yatırım olanakları da fazla olmayabilir. Reel sektörün ilk defa bu kadar borçlu olması da bir diğer faktör. Öncelerde açık veren tarafın yani kriz dediğiniz bu krizlere doğru gitmesine dış şokların da etkisi çoğunlukla kamu sektörüne ayrıldı. Bir resim vardı karşımızda. Özel sektörün böyle büyük borçlanması ve özel sektörün borçlanması nedeniyle karşı karşıya kalınan bir zorluk değil. Dolayısıyla bu sefer bunun bir avantaj da olabileceğini söyleyebilirim, çünkü kamu sektörüne oranla özel sektörün, umuyoruz ki iktisatçılar olarak kendi ayağını yorganına göre uzatmak uygun olabileceğini düşünebilirsiniz ama” ilk defa karşımızda gerçekten reel sektör firmalarının ciddi olarak zorlanacağı bir süreç var. Bu anlamda da böyle bir farklılıkla karşı karşıyayız, bu sürecin tamamlanması açısından baktığımız zaman. Yani bu ayarlama süreci biraz da daha önce yapılmış olduğu gibi daha uzun sürebilir. En azından yeniden eskisi gibi ciddi cari işlemler açığı, tekrar o kaynak girişlerinin sağlanması da bence yurt dışındaki gidişatı da dikkate alacak olursanız pek o kadar kolay olmayabilir. Yani eski modelle krizi aşmak, dış kaynağı bulduğunuz andan itibaren, iç piyasaya dayalı bir genişleme bu sefer kolay olmayacaktır. Hem dış kaynak bulma zorlukları açısından, global likiditenin azalacağını unutmayalım, hem de içerideki borçluluk oranlarının bu sefer geçmişe göre çok daha yüksek olması nedeni ile… Bu benim açımdan o kadar kötü bir şey değil, neden diyeceksiniz. Çünkü bu V’leri yaptıran yapı aslında sizin temel zorluğunuzu, eksiliğinizi de çözmemeniz anlamına geliyor. Nedir bu? Türkiye ekonomisinin bu büyüme modelinin, yani iç talebe dayalı, iç talebin de dış kaynak finansmanına dayalı, bu büyüme modelinin artık aşılması gerektiği anlamına geliyor bu durum… Dış kaynak bulamadığı anda, şu veya bu nedenle, dış piyasalarda oluşan bir zorluktan veya iktisat politikasındaki bir aksaklıktan veya siyasi bir nedenden dolayı dış kaynak bulamadığı zaman birdenbire kendisini böyle zor, daralmaya doğru giden bir yerde bulması… Veya büyüme oranlarının, buna bağlı olarak, daralma olmasa, kriz olmasa  bile, devamlı zikzaklar çizerek gitmesi… Bu sizin sürdürülebilen bir büyümeye geçmenizi engelleyen bir husus. Dolayısıyla bu sefer, Türkiye, aslında tam da bu dediğim zorluklardan dolayı, bugünkü süreci atlattığı zaman, sürdürülebilir, kalıcı, belki daha istikrarlı bir büyüme modeline doğru geçebilecek. Bu da ancak ve ancak, yüksek katma değerli hizmet sektörlerini de içerecek biçimde; ama esas sanayi üzerinden dış pazara yönelik, tradable dediğimiz malları üreten sektörlerin ekonomideki ağırlığının artmasına bağlı. Yani esas olarak iç piyasaya yönelik bu dönemin tamamlanmasına bağlı. Yurt dışındaki örnekleri de incelediğiniz zaman, böyle bir değişimin, piyasanın kendi kendine regüle edilmeden veya yönlendirilmeden yapılamadığını görüyorsunuz. Yapılamayacağı anlamına gelmiyor ama en azından elimizdeki bütün örnekler bunun kendiliğinden piyasa tarafından düzenlenen bir süreç olmadığını bize gösteriyor. Yani belli bir sanayileşme politikası çerçevesinde yönlendirilmesi gerekiyor. Sanayileşme politikasında öncü sektörler, ileri ve geri beslemeleri yüksek olan, aynı zamanda sırf ihracat değil ithal ikamesini de içerecek biçimde olması gerekiyor. İthalatınızı yaptığınız zaman malların yerli üretimlerini yapabilecek şekilde olmalı. Dediğim gibi sadece sanayi sektörünü değil aynı zaman katma değeri yüksek olan hizmet sektörünü de bunun içinde düşünmek gerekiyor. Önemli olan bunların dış satıma konu olan malları üretiyor olmaları. Böyle bir hamlenin ancak uzun zamanda yapabileceğini düşünüyorum. Çünkü öyle bir sanayileşme politikasından sonuç ancak orta vadede alınabilir. Kaynak dağılımını buna göre yeniden düzenlemek, doğru alanlara yönlendirmek gerekiyor. Bunun tartışılabilecek birçok bacağı var. Ne kadar kısa zamanda yapılabilir, ne kadar geniş bir çerçevede yapılabilir? Ben bu sefer eski usul bir çıkış olabileceğini zannetmiyorum. Ama çıkışın buradan olacağını düşünüyorum. Bunun da, belli bir transformasyon gerektireceği için belli bir zaman alacağını düşünüyorum. Tabii bunun yanında, daha uzun vadeli baktığınız zaman, kurumsal yapı ve eğitim gibi, sonuçlarını uzun vadede alabileceğimiz yapısal politikaların da uygulanması gerekliliğini söylememiz gerekli. Bunları bir tarafa koyarak, en azından, acilen orta vadeli bir büyüme politikasına yöneltilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ama bu orta vadeli politikanın da oluşabilmesi için kısa vadede sizin iktisadi politikalarınızın, para ve maliye politikalarınızın istikrarı sağlayıcı bir biçimde, bu ortamı oluşturabilecek şekilde dengelenmesi lazım. Bunun da ana ayağı belki de kur stabilizasyonu. Kurdaki oynaklığın düşük, belli bir öngörülebilirliği ekonomiye kazandırıyor olması lazım, ama bunun da aynı zamanda, dışa yönelik bir büyüme modelini uygulayabilmeye elverişli bir fiyat yapısı üzerinden olması gerekiyor, diyeyim, burada durayım. Teşekkür ediyorum herkese.

ÖMER FARUK ÇOLAK: Ben de teşekkür ediyorum. Kısa konuştu hocam, ama ben bir taraftan not aldım. Çok önemli şeyler söyledi; daha sonraki bölümde tartışacağız, sizlerin de sorularıyla beraber. Şimdi ikinci konuşmacı olarak Murat Hoca’ya mikrofonu vermek istiyorum.

MURAT ÜÇER: Çok teşekkür ediyorum ben de Bilgi Üniversitesine özellikle de Asaf hoca ya daveti için. İktisat Toplum dergisini de tebrik ediyorum ve çıkar çıkmaz buradan abone Eğer bugün söylediklerimden sonra hâlâ ilgi varsa kısa yazı da yazabiliriz. Olaca ğını zannetmiyorum.

ÖMER FARUK ÇOLAK: Kayıtlara geçti.

MURAT ÜÇER: İlla iktisat yazmakta gerekmiyor herhalde psikolojik romanda yazılabilir herhalde.

ÖMER FARUK ÇOLAK: Yok hocam, dergimizin “toplum” kısmı da var.

MURAT ÜÇER: Şaka bir yana aslında ben Ege’nin gözlemlerinin birçoğuna katılıyorum. Sorulardan biri “Bir krizde miyiz?” şeklindeydi, ben de buradan bir başlangıç yapayım. Sonra gelecekle ilgili bir şeyler söylemeye çalışayım, bu kriz farklı mı, nereye gidiyoruz gibi. Zaten bunları konuşacağız… Krizde miyiz? Kriz denince ilk aklımıza gelen ‘‘kur krizi’’ oluyor, sonra bunlar bilindiği gibi ‘‘borç krizlerine’’ dönüşebiliyor. Tabii kur krizi dalgalı kur rejimlerinde tanımlaması zor bir kavram. Ama sabit kur rejimleri için bilinen standart teknik tanımlar Kur belli bir oranda değer kaybettiği zaman genellikle (sabit kur rejimlerinde) bu, kur krizi olarak tanımlanıyor. O anlamda Türkiye aslında kur krizlerini yaşadı. Birkaç tanesini yaşadı son yıllarda. Tabii dalgalı kurda olduğu için bu daha farklı bir şey, ama kur krizi oldu. Bence, şu anda bir sürecin içindeyiz: Kur krizi veya sert kur şokları oldu, bu şimdi bir ‘‘borç krizi’’ haline dönüşmek üzere. Daha henüz belki patlama çatlama aşamasında değiliz ama çok net o günleri yaşıyoruz şu anda. Bu yüzden de Ege’nin dediği gibi bu defa iyileşme

Kredi gelişmeleri önemli, “doom loop”u nasıl kıracağız?

 

zaman alacak. Türkiye yine Ege’nin dediği gibi, bu kadar yüksek bir özel sektör  borcuyla ve şunu da özellikle ekleyelim borcun döviz cinsinden olduğu bir özel sektör borcuyla bir kriz tecrübesini yaşamadı. Bundan çabuk bir iyileşmeyi beklemek çok aktif iktisat politikası müdahaleleri olmadan biraz bana hani İngilizcesiyle affınıza sığınarak ‘‘wishful thinking’’ gibi geliyor. Yani biraz fazla iyim ser geliyor açıkçası. Bu defayı farklı kılan en önemli mesele borçtur. Borç benim kendimce ‘‘doom loop’’ (borç sarmalı) diye tasvir ettiğim mısır döngüyü getirmektedir. O da nedir? Kur şoklarından yorulmuş bir bilançonun üzerine şu anda büyümede yaşanan sorunlar ekleniyor daha bu rakamları tam görmedik ama ekonomik aktivitede daralma başladığına dair bir tereddüdümüz yok. Ekonomide bir nakit akım sorunu var artık, ek olarak faizler çok yüksek. Dördüncü çeyrekte ciddi bir daralma olacak. Bunu rakamlar geriden geldiği için 10 Aralık’taki rakamda Ege’nin dediği gibi yine tam görmeyeceğiz belki; yıllık olarak 1 2 puan pozitif büyüyeceğiz belki. Ama Mart sonunda sanırım dördüncü çeyrek rakamları yayımlan dığında bunu çok net göreceğiz ki bunu zaten yüksek frekanslı bazı indikatörlerde  şimdiden görüyoruz; kredi gelişmelerinde görüyoruz, güven endekslerinde görüyoruz; imalat PMI’ı denen endekslerde, hatta bir ölçüde sanayi üretiminde falan görüyoruz. Bahsettiğim gibi bu yüksek borç ve ekonomik aktivitede daral ma sarmalı yeni bir şey… Ekonomik aktivitede daralma olunca bankacılık sistemi doğal olarak kendini korumaya alıyor ve sisteme verdiği krediyi sınırlamaya çalışıyor. Çünkü talep tarafında sıkıntılar doğuyor. Büyüyen  bir ekonomiye siz kredi verirsiniz;  küçülen bir ekonomiye değil. Daha önemlisi kredi arzı tarafında da sıkıntılar oluyor. Çünkü geri dön meyen borçlar sorunu ortaya çıkıyor. Bankalar çok muhafazakâr bir tavır koyuyorlar bu durum karşısında. Bizim gibi ekonomiler kredi ile büyüdüğü için krediyi bulamayan ekonomi büyüyemiyor. Dolayısıyla bir sarmala giriyorsunuz, çünkü bizde kredi ve büyüme birbirine çok bağlı; birçok ekonomide bu böyle ama biz biraz bu açıdan bayağı Çin’e benziyoruz; krediyi bulduğumuz zaman büyüyoruz. Mesela 2017’de Türkiye ekonomisi %7 büyüdü. Nasıl büyüdü? 2017 başında veya 2016’nın sonunda bize, ben kendim için konuşayım, Türkiye 2017’de ne kadar büyüyecek? Dendiği zaman, ben 3 4 gibi bir rakam veriyordum oysa %7 büyüdük, neden? Çünkü Kredi Garanti Fonu üzerinden yüksek oktanlı kredi vermek gibi bir ‘‘tavşan’’ icat edildi, bu şapkadan çıkarıldı ve büyüdük. Şimdi ise sistem kredi yaratamıyor artık; kredi yaratamayan Türkiye nasıl büyüyeceğini de bilmiyor. Çünkü kredi veya borç ile büyüyemiyorsanız, tanımı gereği tamamıyla ‘‘üretkenlikle’’ büyümeniz lazım. Üretkenlikle büyümeyi zaten bilmiyoruz son 10 yıldır. Yani böyle bir sıkıntı var.

Uzattım biraz farkındayım ama şimdi de bu kriz neden farklı konusunu girip bununla ilgili 5 sebep sayacağım, orada duracağım. Borcu ve yarattığı sarmalı konuştuk, bu ilk sebep. Yine Ege değindi galiba hane halkı tüketim imkânları üzerinden değindi konuya; ben bunu daha genişletip, artık Türkiye’nin potansiyel büyümesi farklı diyeceğim. Türkiye’nin potansiyel büyümesini biz %5-6 zannediyoruz. Oysa Türkiye’nin son 10 15 yıllık, %6 civarı büyüme oranlarını tekrarlaması önümüzdeki süreçte pek mümkün değil. Çok özel durumlar altında böyle bir şey oldu. İnşaat motoru vardı. İnşaatın betası yüksek, çarpanları yüksek; sanayiyi besledi. Birçok sebebi var bunun. Aynı modeli böyle %6 hızıyla %5,5 hızıyla tekrarlamamız mümkün değil; bana sorarsanız Türkiye’nin potansiyeli %3-3,5’tur şu aşamada. Bir defa daha düşük potansiyel büyüme patikasına doğru yakınsayacağız artık bunu kabul etmemiz gerekiyor. İkinci farklılık bu. Daha önemlice bir konu mesela 2008 2009 krizinden Türkiye çok çabuk çıktı, bunun bir sebebi genişletici politikalar kullanabilmesiydi. Yani maliye politikasını genişlettik. Para politikasında faizleri 1000 puanın üstünde indirdik. Bugün öyle bir ortam yok ama o zamanda sanırım 22’lerde falandı politika faizi ve 1000 puan kadar indirdiler; para politikasında, maliye politikasında müthiş gevşeme oldu. Bu bizim gibi ülkeler için bir ilkti. Çünkü krizde daralırken genişletici politikalar uygulayıp hani ‘‘counter-cyclical’’ dediğimiz türden ekonomide canlandırıcı yönde politikaları  kullanmak bizim gibi ülkeler için bir ilkti. Çünkü 1990’lı yıllarda Gelişmekte Olan Ekonomiler, yaşadıkları krizler esnasında ‘‘daralırken’’ politikaları ‘‘sıkılaştırıyordu’’. Biz de 2001’de böyle yapmıştık (faiz dışı fazlayı hatırlayın). O yüzden 2008-09 bir ilkti. Bunu önemli buluyorum, bu üçüncü farklılık. Dördüncü farklılık global ortamla ilgili. 2008- 2009’da mesela yine orayı referans alırsak önemli bir global taraftan bizim gibi ülkelere destek geldi. ‘‘Quantitative easing’’ dediğimiz ‘‘miktarsal parasal genişleme’’ olayı çok ciddi; o zaman FED başkanı Bernanke, Amerika’yı kurtarırken aslında bizim gibi ekonomileri de dolaylı olarak kurtardı. Çünkü inanılmaz bir parasal genişleme oldu ve bu bizim gibi ülkelere de sıçradı. Şu anda öyle bir global ortamda değiliz. Gelişmiş ekonomi merkez bankaları bilançosu artık büyümüyor, tam tersi daralıyor. FED’in önümüzdeki sene bir iki tane faiz yapıp durması önemlidir. Türkiye’yi biraz rahatlatır ama bence oyunu değiştirmez. Çünkü artık eski bolluk zamanı bitti. Bilançoların genişlemesi likiditenin basılması 10 yıllık hikâyenin sonuna geldik. Son farklılık biraz siyasi; şu anda karşı karşıya olduğumuz çok farklı bir iktisat yönetimi felsefesi var, iktisat teorisi anlayışı var, çok farklı bir kurumsal yapı var. İktisadi sorunlarla karşı karşıya olduğumuzda buna verilen tepkide, kurumsal yapı vs. çok önemli. Bugün biraz daha farklı bir Türkiye’deyiz bunu açıkçası koymak lazım.

Sonuçta bu beş faktörden dolayı borçluluk, politika alanımız, global ortam, potansiyel büyümenin artık daha düşük olması ve daha farklı bir iktisat yönetim anlayışı gibi faktörlerden dolayı ben bu defa iyileşmenin uzayabileceğini düşünüyorum. Burada susayım. Ne yaparsak uzamaz konusunu belki ayrıca konuşuruz.

ÖMER FARUK ÇOLAK:  Çok  teşekkür ler. Toplantının bir özelliği de oturumu yöneten kişinin “süreniz az kaldı” dememesi oldu. Genelde kâğıtlar dolaşır hocalar arasında. Beş dakika kaldı, on dakika kaldı diye. Şimdi Seyfettin Hoca’yla biz yaklaşık bir ay önce beraberdik, İTÜ’nün Burdur’daki çalıştayındaydık.

Hocamızı gördüğümüz için sevindik. Hocam söz sizde buyurun.

SEYFETTİN GÜRSEL: Teşekkür ediyorum İktisat ve Toplum’a. Bilgi Üniversitesi’ne de teşekkür ediyorum, bu imkânı sağladığı için. Tabii sanıyorum en azından bir tur daha olacak, onun için özellikle geleceğe yönelik düşüncelerimi sonraya saklıyorum. Sizleri merakta bırakmamak için şu kadarını söyleyeyim: İktisadi sistem değişikliği kapıda olabilir mi? Sorusu bence artık gündemde ve tartışılmaya değer.

Birinci rauntta soru “Kriz var mı, yok mu?” meselesi idi. Burada bizi dinleyen sizlerin belki birkaç istisna dışında iktisatçı olduğunu tahmin ediyorum. Onun için amiyane tabirle biraz avam kaçacak belki girişte söyleyeceklerim ama iyi bir başlangıç olur diye düşünüyorum. Kriz kavramını iktisatçı olmayan vatandaşlar, profesyonel iktisatçılardan oldukça farklı algılıyor. İzninizle bir anekdotla başlayayım. Dün akşam eve geldiğim saatte evin patronu Fox haberlere bakıyordu. Fox haberleri hiç kaçırmaz! “Gel bak seni ilgilendiren bir konu var” dedi. Fox o gün açıklanan enflasyon rakamını sokaktaki vatandaşa “İlan edilen enflasyon rakamına inanıyor musunuz?” diye sormuş, sonuçları açıklıyor. Tabii evin patronu da katiyen inanmıyor. Bekliyor ki ben de “İnanmıyorum, zaten TÜİK genel müdür yardımcısını da görevden aldılar, kendi adamlarını getirdiler” diyeceğim. “Bekliyordum, ama…” dememe kalmadı kıyamet koptu. “Hem kriz var hem enflasyon düştü diyorsunuz, bu nasıl olur?” diye azar işittim. Yine de şu kadarını söylemeyi başardım: Krizlerde deflasyon bile olabilir. Bir de özel tedbirler aldılar. Bunların bir kısmı yapay, geçici ama yüksek faiz artışı kuru düşürdü, bunlar olağan gelişmeler ve kriz olmadığı anlamına gelmiyor. Millî gelir düşüşe, işsizlik de artışa geçti.

Eşimin kriz anlayışının oldukça yaygın oldu ğunu dost çevremden de biliyorum. Ama bu seferki kriz geçmişte yaşadığımız krizlerden bazı önemi farklılıklara sahip. İşin içinden çıkabilmek için bu farklılıkların iyi teşhis edilmesi gerekiyor. İlk krizle ve IMF’yle tanışmamız Ağustos 1958’de gerçekleşti. Bizim kuşak bile zar zor hatırlar. Yüksek enflasyon, sabit kur ve yüksek dış borcun sonucuydu. Ama 1979 krizini çok iyi hatırlarız. Bu kriz kapalı komuta ekonomisinin sonunu getiren sistem kriziydi. Tipik sabit kur rejiminde yapısal devasa dış açık ve yüksek enflasyonun bariz sonucuydu. Ayrıca ekonomi kötü yönetiliyordu. Sistem artık çalışmaz hale gelmişti.

Kapalı komuta ekonomisi dönemini bir yana bırakalım. 1980’den itibaren Türkiye ekonomisi küresel ekonomiyle adım adım bütünleşti. Önce dış ticaret önemli ölçüde serbestleşirken 1989’dan itibaren sermaye hareketlerine açık hale geldi. Kur rejimi resmen serbestleşmedi ama yüksek ve istikrarsız enflasyon ortamında merkez bankası, kuru TL’nin aşırı değerlenmesine izin vermeyerek iyi kötü yönetti. Komuta ekonomisi de kısmen piyasa ekonomisine dönüştürüldü ama temel kurumlarından ve zihniyetinden epey uzak  kaldı.  Bu dönemde de yanlış iktisat politikalarıyla hükümetlerimiz kriz çıkarmayı başardı; 1994 ve 1998-99 krizleri. Yine hükümetler IMF’nin kapısını çaldılar ama kurumsal hiçbir reforma yanaşmadılar.

Toplumsal hafızada en canlı duran kriz 2001 krizidir. Senin de söylediğin gibi çok büyük bir şoktu ama aynı zamanda çok pozitif bir sonuç da verdi, çünkü bu kez hükümet havlu attığından IMF ile birlikte Kemal Derviş yönetimindeki ekonomi bürokrasisi köklü kurumsal reformlar yapmayı başardı. Nihayetinde 2001 krizinden sonra, esnek kur rejimi benimsendi, maliye politikaları şeffaflaştı ve 2008’de patlak veren küresel krize kadar fena yönetilmedi. Enflasyon tek haneye geriletildi, yüksek ekonomik büyüme gerçekleşti, kamu borcu düşürüldü ama TL’nin aşırı değerlenmesine ve yarattığı dış açığa da seyirci kalındı.

Yeni dönemde yaşanan yegâne kriz 2008-09 küresel krizidir. Bu ithal edilmiş bir krizdir, öncekiler gibi ev yapımı değildir. Murat’ın dikkat çektiği farklılık yaratan 5 özelliğe büyük ölçüde katılıyorum; bir kısmına belki biraz daha genişleterek ilerde değineceğim. 2003’te iş başına gelen AKP hükümetinin yegâne kriz deneyimi de bu krizdir. Bu krizden IMF’nin düşük maliyetli muazzam miktardaki taze kaynağına ve bir o kadar önemlisi, ekonomi yönetimine olan güvensizliği geri getiren istikrar anlaşmasına gerek olmadan krizden süratle çıkıldı; 2009’da yüzde 4,8 oranında daralan ekonomi 2010 yılında yüzde 8,9, 2011’de de yüzde 10,7 büyüdü.

Bir kere daralma ve TL’nin büyük değer kaybı sayesinde cari işlemler hesabı dengedeydi. Muazzam miktarda uluslararası likidite mevcuttu ve ucuzdu. Cari açık yeniden artışı geçebilirdi. Kamu borcu / GSYH oranı yüzde 30 civarına gerilemişti. Hane halk ları ve firmalar son 5 yılda krediye yüklenmişler ama borçluluk seviyeleri oldukça düşüktü. Üzerinde fazla durulmayan bir diğer özellik de daralmanın yarısının stok boşaltmadan kaynaklanmasıydı; küresel krizin, talebi büyük ölçüde düşüreceği korkusuyla firmalar satışları stoklardan yapmaya başladılar ve üretimi kıstılar. Buna karşılık 2001 krizinden sonra gerçekleşen banka sistemi reformu sayesinde bankaların sağlamlığı görünür durumdaydı. Kredi çarkları kısa süre sonra işlemeye başladı. Dahası, Merkez Bankası uluslararası likiditenin bolluğunu ve 0 faizi fırsat bilerek fonlama faizini büyük ölçüde düşürdü; reel faiz, Murat’ın da belirttiği gibi yüzde 1 2 civarına geriledi. 10 civarından ciddi reel faizi düşürdü. Sıfıra yaklaştı.

Bugün koşullar çok farklı. Önce şiddetli bir daralma beklemediğimi ben de belirteyim. 3. çeyrekte bizim Betam’ın tahmini, çeyrekten çeyreğe yüzde 0, yıllık büyüme tahmini de yüzde 1,7. 4. çeyrekte tabii ki bir miktar daha negatif olabilir, yıllık büyüme belki sıfıra yaklaşabilir. Sonrasında daralmanın şiddetlenerek devam etmesini açıkça beklemiyorum ama önemli bir koşulum var: Büyük bir iktisat politikası hatası yapılmazsa. Bazı dersler alınmış gibi duruyor. Ama bu beklentim elbette tartışmaya açık.

Ancak düşük büyüme uzun zaman sürecek gibi duruyor, ki yüzde 2 3 civarı bir büyüme, yaratacağı işsizlik ve kişi başına gelirin yerinde sayması gibi nedenlerle Türkiye koşullarında pekâlâ kronik bir kriz olarak kabul edilebilir. Eski krizlerde olduğu gibi yeniden hızlı bir büyüme patikası bence mümkün gözükmüyor. Çünkü koşullar çok farklı. Murat yerel ve uluslararası ekonomik koşullara değindi. Bazı noktaları vurgulamakla yetinmek istiyorum. Ardından politik iktisat düzleminde ortaya çıkan tanımadığımız, önceleri aklımıza gelmeyen yeni bir tehdit üzerinde durmak istiyorum.

Borçluluk düzeyinden başlayalım. Bu krize hane halkları ve firmalar büyük ölçüde borçlu olarak giriyorlar. Ekonomi yönetimi gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında bu borç oranlarının düşük kaldığını öne sürerek bu borçluluğu küçümsemeye çalışıyor. Oysa sadece borç seviyesi değil, borçlanma hızı da çok önemli. Son 7 8 yılda hane halkları ve firmalar olağanüstü hızla borçlandılar. Kullanılabilir gelirlerine  ve tasarruflarına kıyasla borçlanma yüksek, üstelik reel ücretlerin, enflasyon patlamasıyla ciddi kayıplara uğradığı bir dönemdeyiz. Belli bir tıkanıklık olduğu çok açık. Firmalarda ise fazladan bir de dövizle borçlanma meselesi mevcut. Geri ödeme sorunu sistemik bir soruna evriliyor. Bankalar, kaynakları olsa bile müşterileri olan firmalara daha fazla kredi vermekten çekiniyorlardı. Hatta yeniden yapılandırmalarda da çok muhafazakâr davranıyorlardı. Çünkü vereceğiniz ekstra krediler de batabilir. Bu arada siyasal iktidar devreye girdi ve daha sonra tartışacağımız ekonomik sistemi değiştirme tasavvurunun kimi emareleri ortaya çıkmaya başladı. Banka sisteminden sorumlu kurumlar resmî banka yönetimlerini kredi musluklarını açık tutmaya ve gerekirse kârlarından vazgeçerek faizleri düşürmeye “şiddetle” teşvik eden komutlar yolluyorlar.

İkinci önemli farklılık, bu kez krize yükselen enflasyonla, dolayısıyla yükselen faizlerle girildi. Bu katılaşmış enflasyonu bırakın yüzde 5’e yaklaştırmayı tek haneye geri getirmek bile artık çok maliyetli olacak. Reel faizler uzun süre yüksek kalmak zorunda. Nitekim, Merkez Bankası diyor ki “Merak etmeyin, işi sıkı tutacağım”. Ya dediğini yapacak ve nominal faizler enflasyona paralel olarak düşse bile reel faizler yüksek olacak, çünkü merkez bankasının inandırıcılığını yeniden kazanması zaman alacak. Birkaç yıl önce Merkez Bankası’nın araştırma bölümü önemli bir araştırma yayımlanmıştı. Araştırma çok net bir şekilde gösteriyordu ki fiyat istikrarını sağlamanın büyüme açısından bedeli ciddi ölçüde yükselmiş durumda. Bu araştırma bugün yapılsa, bu bedelin daha da yükseldiğini göreceğimizden eminim.

Üçüncüsü de tabii büyümeyi ayakta tutabilecek tek şey net ihracat katkısı. Evet, ithalat şiddetle düştü ama bunu da neden yöneticilerimiz çıkıp iyi bir şey olarak gösteriyor, o da başlı başına bir kara mizah örneği. Ekonomi teorisi ve Türkiye deneyimi açıkça gösteriyor ki ithalat zaten kriz döneminde düşen iç talebe bağlı olarak düşer. Buna karşılık ihracatta bir miktar yükselme olur. Kur artışı etkilidir ama daha ziyade satışları iç pazarda düşen firmalar, dış pazarları zorlarlar. Ama ihracattaki artışla ithalattaki daralmanın mertebesi aynı değildir. Yine de bu kez geçmişe kıyasla daha sınırlı  bir daralma yaşayacağız, ama sonrasında hızlı bir düzelme de beklemeyelim. İsterseniz buna ılımlı ama sancıları uzun süre devam edecek bir kriz diyebiliriz.

Diğer önemli bir farklılık da uluslararası finans piyasasındaki durum. Murat gerekli açıklamaları yaptı. Uzatmadan bir kez daha hatırlayalım: Küresel krizde uluslararası para bolluğu ve sıfır faiz, yerini daralan bir piyasaya ve yükselen faizlere bıraktı. Ama daha önemlisi Türk banka sistemine ve genel olarak ekonomi yönetimine güven kalmadı. Çarkları döndürmek, daha somut konuşursak kredi hacmini arttırmak  için gereken taze kaynak nereden bulunacak? IMF Cumhurbaşkanı’nın ısrarlı söylemiyle tamamen devre dışı bırakıldı. 2008’de IMF’den yeni Cumhurbaşkanı’nın söylemiyle yeni kurtulmuştuk”. Bu anlayış şu açıdan önemli: Cumhurbaşkanı “küresel krizin etkisinden IMF olmadan çıkmayı başarmıştık, şimdi de çıkarız” diye düşünmeye devam ediyor olabilir. Ama bugünkü krizin 2008-2009’la hakikaten çok büyük farkları var. Bu farklar göz ardı edilirse ve yine krizden kolayca sıyrılacağımız zannediliyorsa krizin, hasarı asgariye indirerek yönetilebileceğini sanmıyorum.

Ben burada noktalayayım. Buradan sonra tabii “Ne olabilir?” sorusu bence başlı başına bir konu, onu da daha sonra tartışalım.

ÖMER FARUK ÇOLAK: Çok teşekkürler Şimdi Asaf Savaş Akat hocamız konuşmaya başlayacak, ne kadar konuşacağını bilmiyoruz. Ucu açık. Hocam buyurun.

ASAF SAVAŞ AKAT: Ben de uymaya çalışacağım bu kısa konuşma geleneğine. Güzel bir fırsat Hakikaten teşekkür ederiz İktisat ve Toplum’a ve Bilgi Üniversitesi’ne ve yeni kurulan Bilgi Üniversitesi Ekonomi Kulübü’ne. Tabii yaşlılığın getirdiği bazı avantajlar oluyor. Bunlardan bir tanesi de; insanlar eski krizlerden söz ederken bir yerlerde okumuşlar, ben ise içinde yaşamıştım. Örneğin, 1958’i, 1959’u Seyfettin hatırlıyor mu?

SEYFETTİN GÜRSEL: Tabii ben hatırlamıyorum. Benim hatırladığım kriz 79 krizi.

ASAF SAVAŞ AKAT: Ben 58 ve öncesini çok iyi hatırlıyorum. Aslında yasaklar, karaborsalar falan 56’da başlamıştı. Resmî kurdan dolar 2 lira 85 kuruş ama bulabilirseniz. Karaborsada ise bir ara 25 liraya kadar çıkmıştı. Fikriniz olsun diye söylüyorum. Anneannem kahve seviyor ama döviz olmadığı için kahve ithal edilemiyor. Evde nohut kavurup kahve niyetine içerdi. 1978-79’u hatırlayan olabilir; en azından Seyfettin biliyor. Doğrusu güzel krizlerdi onlar. İktisatçı açısından diyorum. Şunu baştan söyleyelim: Krizler ekonomi, toplum ve insanlar için kötüdür. Fakat iktisatçılar için iyidir. İktisatçı, kriz sever. Aslında normal; adam o kadar okumuş, kriz nedir öğrenmiş ama hiç birinci elden kriz yaşamamış! 2008 küresel krizinde “Bunu görmeden ölseydim çok üzülürdüm, büyük bir şey kaçırmış olurdum” demiştim. Bencil bir nedeni de var. Krizde iktisatçıya ilgi ve talep artar. Bir Alman, iktisatçıya rastladığında ne soracak? Enflasyon yok, kur yok, dış açık yok, bütçe açığı yok; yani konuşacak laf yok… Bizde öyle mi? Vatandaşın “Hocam, kur ne olur, enflasyon patlar mı?” diye bir sürü heyecanlı sorusu vardır. NTV’de yaptığımız Ekodiyalog iyi örnektir. 1999’da program başladığında gece 11’de, herkes yattıktan sonra yayımlanıyordu. Meyhanede kafaları çekip geyik yapardık. Derken 2001 krizi geldi. Program hızla saat 8’e çekildi. Dönemin en popüler “prime time” dizileri ile rekabete geçtik. Adları önemli değil; Kurt Kanunu, Avrupa Yakası falan. Eh, bizim maaşlar da ona göre yükseliyor tabii ki. Fakat uzun sürmedi; ekonomi sakinleyince reytingler düşüşe geçti. 2006 gibi olmalı, bu durumda biz bir kriz çıkartalım dedik. Türklerin ortada fol ve yumurta yokken kriz çıkartma becerisine güvendik. Denedik ama maalesef kriz çıkartmak da o kadar kolay değilmiş, yapamadık. Son türbülansa bu gözle bakabiliriz. Biz başaramadık ama hükümet Ağustos’ta pekâlâ zoru başardı. Doları kısa sürede 3.5 liradan 7 liraya zıplatmak, bunu sağlayacak ortamı ve süreci oluşturmak için özel yetenek, bilgi ve beceri gerektiği bir kez daha görüldü.

Neyse, kriz kavramına dönelim. Başlangıç noktası, ekonomide bir ya da birkaç önemli dengesizliğin oluşması ve bunları azaltacak, dengeye taşıyacak iktisat politikaları uygulanmamasıdır. Dengesizliği iktisat politikaları ile düzeltmekten kaçınırsanız ne olur? Piyasa dediğimiz âdemi merkeziyetçi karar alma süreci devreye girer. Ekonomik aktörlerde işlerin böyle yürümeyeceği kanısı oluşur. İnsanlar ona göre davranmaya, gerekli tedbirleri almaya başlar. Yani düzeltme, ekonomi yönetimine zorla dikte edilir. Başka türlü söyleyelim. Ekonomik aktörlerin, düzeltme mekanizmasını ekonomi yönetimini “bypass” ederek devreye sokmasına kriz denir. Maalesef piyasanın tepkisi sert ve şiddetli olur. Türkiye ekonomisinde çok örneği vardır. Krizler hep ciddi dengesizliklerin bir türlü iktisat politikası ile düzeltilmemesinden kaynaklanmıştır. Türkiye açısından iki dengesizlik öne çıkıyor; geri kalanlarını daha kolay halledebiliyoruz. Esas belirleyici, dış dünya ile ilişkilerde dengesizlik oluşmasıdır. Gerisindeki sorun, diğer ülkelerin bizim bastığımız para karşılığında bize mal satmaya yanaşmamasıdır. Yani bizim döviz bulmak diye bir tahdidimiz var. İçeride uygulanan politikalar sonucunda harcanan döviz, kazanılan dövizin epey üstüne çıkınca sistem geriliyor. Çünkü sorunu Merkez Bankası’na dolar bastırarak çözemiyoruz. Örneğin, ABD’nin büyük gücü bunu yapabilmesidir. Gelelim ikincisine. Ekonomide bir dengesizlik oluşması halinde bunu, para basarak çözme eğilimi yüksek bir siyasi yapımız var. Daha açık söyleyelim. Gerek toplumda, gerek onu yöneten/temsil eden siyasi kadrolarda, enflasyon ciddi bir sorun olarak algılanmıyor. Genç nesil bilmez ama biz 40 küsur yıl yüksek enflasyonu fazla yadırgamadan yaşadık. “Enflasyonu bırak, büyümeye bak” mantığının ne kadar yaygın olduğunu birinci elden gözlemledik. Döviz ve enflasyon; Seyfettin bir bölümünü anlattı. 70’lerin sonunda ekonomi öyle bir noktaya gelmişti ki sonunda beyaz bayrak çekildi. 24 Ocak Kararları bunu temsil eder. Amaç iki dengesizliği de düzeltmek, hem dış açığı hem enflasyonu çözmekti. Ama öyle olmadı. 78-79 krizinden tek düzeltme ile çıkıldı. Sadece dış açık geriledi. 1990’ların sonuna kadar, 90-93 arası hariç (o da ayrı bir hikâyedir), Türkiye’nin dış açık sorunu olmadı. Ne pahasına? Diğer dengesizlik, yani enflasyon giderek hiperenflasyon sınırında katılaştı. Sürecin anlaşılması bugün için de çok yararlıdır. Dış dengesizlik hangi araçlarla düzelir? Öncelikle döviz kurunun döviz kazanan “tradables” sektörlere dış dünya ile rekabet imkânı sağlayacak düzeylerde istikrar kazanması gerekir. Rekabetçi kur kritiktir. Aynı anda paranın değer kaybı, döviz üretmeyen “nontradables” sektörlerin reel gelirini düşürür. Böylece iç talep ve büyüme geriler. Hem nominal değer kaybının rekabetçi kura dönüşmesi sağlanır, hem “enflasyon devalüasyon kısır döngüsüne” izin verilmez. Ancak, yavaş büyümenin ekonomi politiği sıkıntılıdır; siyaseten arzu edilmez. Yönetimin “TL değer kaybetsin, dış açığı kapatalım, ama hızlı büyüme devam etsin” arayışı çok risklidir. Birkaç hata, biraz şanssızlık derken kucağınızda yüksek enflasyon bebesini bulursunuz. Dengesizlikleri çözemediniz; sadece bir diğeri ile yer değiştirdi. 80’lerin bugün için önemli ipuçları taşıdığı çok açıktır. 94 krizinin üzerinde fazla durmuyorum. Giriş kitabı düzeyinde örnektir: Mutat dengesizliklere (dış açık ve enflasyon) büyük kamu açıkları da eklenmişti. Ne oldu? V tipi toparlanma, dış fazlaya geçiş, ama yüksek enflasyona devam. “Trade-off” (ödünleşme) iyi anlaşılmalı. Krizleri değerlendirirken ve karşılaştırırken sadece milli gelir serisine yani büyümeye bakmak yetersizdir. Dış açığa ne olmuş? Enflasyona ne olmuş? Hızlı büyüme için hangi dengesizlikte düzeltmeden vazgeçilmiş? Esas soru budur. 2001 krizine gelelim. Gene V tipi hızlı toparlanma, üstelik bu kez enflasyonda ciddi bir düşüşle beraber gerçekleşiyor. Ne pahasına? Önceki 20 yılın dış dengedeki kazanımlarının   tümünden vazgeçerek, yani dış açığın patlamasına izin vererek. Hızlı büyümeye rağmen enflasyon nasıl düşüyor?   TL’nin   değer kazanması sayesinde. Az önce  söyledim; dengesizlikler yer değiştiriyor. Aynı mekanizmayı 2008’de görüyoruz. Seyfettin az önce dışarıdan gelen bir kriz olduğunu belirtti. Aslında 2009’daki sert daralmanın kendisi de izaha muhtaçtır ama o konuya girmiyorum. Neticede onu da başardık. Sonrası önemli; 2001’in tıpkısının aynıdır. V tipi hızlı toparlanma, rekor büyüme hızları, enflasyon denetim altında ama tüm tarihi rekorları kıran dış açıklar.

Artık günümüze dönebiliriz. Elbette başlangıç koşulları her seferinde farklı oluyor. Örneğin; 2001’deki yüksek kamu borcu sorunu bugün yok ama bu kez özel kesimin dış borcu var.  94’ün kolaycı yöntemi tekrarlanabilir mi? Boşver enflasyonu, bas parayı, hızlı büyümeyi sürdürmeye çalış. Bence mümkün durmuyor. Ekonomi çok daha karmaşık ve dış dünya ile çok daha fazla entegre. 94 krizi küresel ekonomiye entegrasyondan öncedir. Ya 2001? Bence o da zor. Diğer konuşmacılar anlattı. Dış koşullar ve özel kesim bilançoları buna izin vermiyor. Burada bir saptama yapalım. Döviz borcu özel kesim bilançolarında birikince, ilginç bir açmaz oluşuyor. TL’de değer kaybı dış açığa yarıyor fakat aynı anda özel kesim bilançolarını bozuyor. Döviz kurunu dengeleme enstrümanı olarak kullanma alanı daralıyor. Kamu borcu o bakıma daha geniş bir manevra alanı sağlıyor. Velhasıl, Türkiye’nin, IMF desteği ile güveni sağlayıp tekrar büyük dış açıklar pahasına düşük enflasyonla hızlı büyümeyi sürdürmesi bence mümkün durmuyor. Lafı uzattım; bu krizin geçmiştekilerden bayağı farklı olma ihtimalini hakikaten yüksek görüyorum. Krizle ilgili senaryoları bir sonraki turda konuşacağız. Ancak, krizin gerek seyri gerek muhtemel politika tepkileri açısından bir hususu çok önemsiyorum. Olayın bütününe bakalım. Bütün deyince, içinde Türkiye’nin dış politikası var, özel kesim ve kamu bilançoları var, dünyada para politikasının normalleşmesi ve küresel ekonomideki diğer sıkıntılar var. Soruyu açık seçik soralım. Bu çerçevede Türkiye’nin bir dizi iktisat politikası düzenlemesi yaparak gelecekte dış açık verme imkânı var mıdır? Ne kadar vardır? Yanıt son derece önemlidir. Evet diyorsanız, geçmişi tekrarlamanın, en azından bunu denemenin yollarını arayabilirsiniz. Yanıtınız “Hayır, dış açık dönemi bitmiştir.” ise, ki ben o görüşteyim, olaya çok farklı yaklaşmanız gerekecektir. Dikkatinizi çekerim; Türkiye ekonomisi dört aydır cari işlemler fazlası veriyor. Temmuz’a kadar aylık ortalama 4 milyar dolar  civarında  dış  açık, Ağustos’tan itibaren 1.5 2 milyar dolar ritminde dış  fazlaya dönüştü. Aylık 6 milyar dolar civarında bir düzeltme demektir. Ekonominin fiilen dış fazla moduna geçtiğine kanıttır. Bundan sonrası elbette iktisat politikası opsiyonlarının nasıl kullanılacağına, sürecin nasıl yönetileceğine bağlı. Ege’nin belirttiği gibi yeni bir model zorunlu mudur?

Artık dış açık verme olanağı yoksa çok farklı bir durumla karşı karşıya olduğumuz bence çok açıktır. Krizin seyri farklı olacaktır; geliştirmeniz gereken iktisat politikası opsiyonları farklı olacaktır. Evet, şimdilik ben de burada keserek zaman tahdidine uyayım.

ÖMER FARUK ÇOLAK: Hocam çok teşekkürler. Her ne kadar oturumu ben yönetsem de, bunun dışında da bir şeyler söylemek isterim. Bu kriz diğer krizlerden farklı. Şundan dolayı farklı, bana göre bir tanesi, bu kriz Türkiye’nin kurumsal yapılanmasının ciddi bir şekilde zayıfladığı bir süreçte ortaya çıktı. Buna Murat Hoca da biraz değindi. Kurumsal yapılanmasının bu kadar zayıf olduğu bir krizi 1958 devalüasyonu ile beraber yaşamıştık. Yani 1978 krizinde, 1980 karanlığında bile Türkiye’nin kurumsal yapılanması bu kadar zayıf değildi. Kurumsuzlaşma dediğimiz bir süreç başladı. Ne zaman başladı, diye sorarsanız, 2007’den bu yana. Evet, 2007’de büyüme var, 2008’de büyüme 2009’da %4,7’lik küçülme var ondan sonra tekrar büyüme, hatta 2011’de dünya rekoru %11,1’lik büyüme var. Ama kişi başına düşen gelir açısından baktığımızda Türkiye 2007’den bu yana 10 bin dolar bandına takılmış durumda 10.800 dolar ile 8 bin dolar arasında gidip gelmekte, bu yıl da kişi başına GSYH 8 bin doları ya bulur ya bulmayacak.

İkinci farklılık, Türkiye ekonomisi öyle ya da böyle 1999’dan bu yana kurallı bir ekonomi idi. 1999-2001 krizine biz girdiğimizde tamam kötü sonuç verdi, yanlış politikaydı. Sabit döviz kuru, para kuru, dövizli borç sistemi ve iktisatçıların bu böyle olmamalıydı dediği halde oldu vs. ama bir kural vardı: Para politikasında para kurulu hedeflemesi, ikincisinde 2001 krizinden sonra enflasyon hedeflemesi geldi, sonra açık enflasyon hedeflemesi, sonra ciddi de bir başarı gösterildi. Maliyetinin vs. ne olduğu tartışılabilir. Türkiye enflasyonu tek haneye indi, paradan altı sıfır atıldı, bunlar önemli bir başarıdır. Şimdi Türkiye ekonomisi yine 2007’den bu yana kuralsızlaşma yolunda önce küçük adımlar attı. 2010 yılında genç arkadaşlar anımsamayabilirler, ama ben anımsatayım. Örneğin, bu ülkenin ekonomi bakanı Ali Babacan, biz mali kurala geçeceğiz, dedi yani borçlanma ile ilgili kurallar koyacağız. 2010’da olmadı. 2011 seçimleri yaklaşıyor. Seçim sürecinde hiç unutmuyorum, şunu söylediğini hatırlıyorum. Seçimi kazanacaklarını doğru tahmin ediyordu ki, seçimden hemen sonra mali kuralı getireceğiz dedi. Mali kural gelmedi, bir daha da konuşan olmadı. 2010 yılındaki ekonomi ile ilgili popüler dergilere, gazetelere ya da yazılara bakın hatta akademik çalışmalara, mali kuralla ilgili bir sürü şey yazılmıştır. Türkiye ekonomisinin şu anki iktisat politikasına eğer bir ad vermek gerekiyorsa ne verileceğini ben bilmiyorum. Hangi hedeflere dayalı bir politika üretiliyor? Yeni ekonomik program diye bir şey yayımlandı, ben orada yeni bir şey açıkçası görmediğim için hedef bekliyorum. Bir hedef olsun, bir kural olsun diye, öyle bir şey yok.

Şimdi ilginç olan bir şey var, adına ister kapitalist sistem deyin, ister sosyalist sistem deyin, eğer bir ekonomide fiyatlara müdahale ediyorsanız, piyasa mekanizmasına müdahale ediyorsanız, o biraz önce de söylendi komuta ekonomisidir. Çin her ne kadar komünist parti idaresinde olsa da, evet müdahale var, komünist partisiyle idare edilmeyen başka ülkelerde de müdahale var. Evet, Türkiye’de sözde piyasa ekonomisi var, ama Türkiye’de piyasaya müdahale var, üstelik ciddi boyutta. Tırnak içerisinde, birazcık da üzülerek bunu kullanıyorum, “birazcık da komik bir şekilde zabıta memuru ile fiyat ayarlamaları yapılmaya” çalışılıyor. Bu uygulamalar piyasa ekonomisi ile kapitalizm arasındaki farkın da bir miktar bilinmediğini gösteriyor. Bir şey daha var tabii, bu krizin di ğer krizlerden farkı Türkiye ekonomisinin büyüklüğü. Türkiye ekonomisi dış ticaret hacmi 400 milyar dolara yaklaşmış bir ülke, milli geliri 800-900 milyar dolar civarında bir ekonomi; dolayısıyla büyük bir ekonomiyi düzeltmekte birazcık daha sorunlu ve de zor olacaktır diye düşünüyorum. Bunlar da benim fikrim. Sizlerle paylaşmak istedim. Şimdi bu ikinci oturumda şu soruyu soralım istiyorum, ne yapmalı ve ne olacak? Önce ne olacak, sonra ne yapmalı sorusuna yanıt arayalım. Çünkü ne yapmalı meselesi hakikaten önemli, eleştirmek biraz daha kolay gibi durur ama ne yapılacağı meselesi de önemli. Gene sıralamayı bozmayacağım, sağ tarafımdan Ege Hoca’dan başlayacağım. Hocam ne olacak ve ne yapmalı?

ASAF SAVAŞ AKAT: Acaba bu kez sırayı değiştirsen mi?

ÖMER FARUK ÇOLAK: O zaman sizden başlayayım hocam.

ASAF SAVAŞ AKAT: Kabahat bende, kaşındım. Evet, Ömer Faruk’un sorusu ile başlayalım. Ne olacak? Kendi hesabıma uzun süre, en azından 20 yıl, yakın geleceği tahmin etme favori işlerim arasında Hafife almayın, “forecasting” ciddi ve çok emek isteyen bir iştir. Tam bırakmaya, daha uzun vadeli işlerle uğraşmaya karar vermiştim, kriz çıktı. Gayri ihtiyari tek gözle de olsa verileri yakından izlemeye, tahmin simülasyonları yapmaya başladım. Belirsizliğin bu kadar yüksek olduğu bir başka dönem hatırlamıyorum. Örneğin, 2018 büyümesinde bile tahmin aralığı çok genişledi. Aralık ayı “Consensus Forecasts” % 4.6 ile % 2.1 arasında. 2019 için % – 5 ile % + 3 aralığı söz konusu. Sistematikleştirince, birkaç farklı senaryo grubu gözüküyor. Birinde daralma derin olmuyor, dolayısı ile çıkış da yavaş gerçekleşiyor. Geçmişe benzemiyor. Arkasında herhalde hükümetin tedbir ve müdahalelerinin, büyümenin fazla düşmesine izin vermeyeceği düşüncesi var. Olabilir mi? Olmaz diyemem. Ömer Faruk biraz bunlara değindi. Kur oynaklığının iç talepte yarattığı şokun önümüzdeki aylarda kısmen de olsa telafi edilebileceği varsayımına dayanıyor. Ancak karşısında Murat’ın belirttiği kredi ve bilançolar sorunları yer alıyor. Murat’ın “doomloop” dediği felaket kısır döngüsünü engellemeye yeter mi? Ekonomi çok daralmadığı takdirde firmaların nakit akımı çok

bozulmayacağı için, kurda istikrarın sağlanması hem moralleri düzelteceği hem bilançoları olumlu etkileyeceği için ekonomide küçülme sınırlı kalır. Murat haklı olarak tek başına yetmeyeceğini, banka kredi kanalındaki kasılmanın çok daha kapsamlı tedbirler gerektirdiğini söylüyor. Onu bir kenara bırakalım. Önceki analizimden biliniyor. Senaryoya dış dengeyi eklemek gerekiyor. İthalat canlanacağına göre yeniden dış açıklara dönülecektir. Ancak, kur istikrarı bunların düşük (5-10 milyar dolar?) kalmasını gerektiriyor. (1) Bu çapta bir dış açıkla hızlı büyüme bence zor. Dış açığın daha yüksek düzeylere tırmanması ise kurda istikrarı tekrar tehlikeye sokar. (2) İç talepte sınırlı da olsa çabuk toparlanma ile enflasyon nasıl düşecek? Enflasyon-kur kısır döngüsü bugün tekrarlanabilir mi? Ömer Faruk ekonominin 80 ve 90’lardan uzun vadeli kontratlar açısından farklarını vurguladı. Katılıyorum.

Sanırım tahmin ettiniz. Murat’ın durumu idare (muddle through) dediği bu senaryoya aklım pek basmıyor. İkincisi, ekonomide sert bir daralmanın yaşanmasıdır. Geçmiş deneyimlerle uyumludur. 2018’in son çeyreğinden itibaren 4 çeyrek yıllık bazda küçülme içeriyor. Eskiden “kazık fren” derdim. Reel sektörü ve bankaları/kredi kanalını çok zorlayacaktır. Şimdiden işaretlerini görüyoruz. Gümrük Bakanlığı Kasım dış ticaret verilerini yayımlandı. İthalat çökmüş, açık 1 milyar doların altında. Otomotiv satışları ortada; hoş, 94’te bir ara adeta sıfırlanmıştı. Bu kez o kadar kötü olmayacaktır. Nominal kredi artış hızı bile ekside seyrediyor. Neticede, mevsimlik etkiden arındırılmış milli gelirin bir önceki çeyreğe göre 3.üncü çeyrekte az, 4.üncü çeyrekte ise bayağı küçülmesini bekliyorum. Anahtar 2019’un ilk çeyreğidir.

Yatay bile seyretse yıllık bazda ciddi küçülme gelir. Geçmiş deneyimler krizin üçüncü çeyreğinde iktisadi faaliyette belirgin toparlanma şeklindedir. Gene geçmişe bakarsan, takriben 8 çeyrekte ekonomi, kriz öncesi düzeyine geri gelirdi. Bu kez öyle olacak mı? Avrupa’dan öğretici örnekler var. İtalya ve Yunanistan hâlâ oraya gelemedi. İngiltere’de trend kırıldı. En zor soru bence budur. Bir şey söylemek için erken olduğunu düşünüyorum. Bu noktada haklı olarak potansiyel büyüme kavramı gündeme geliyor. Geçmiş krizler ortalama büyüme hızında kalıcı bir düşüşe, ya da gelir seviyesinde, sonra telafi edilemeyen bir gerilemeye neden olmadı. Ekonomi olağan büyüme  hızlarına  ve gelir trendine geri döndü. Murat ve Seyfettin’in söylediklerinden bu kez farklı olmasını beklediklerini anlıyorum. Bu da bizi çok önemli bir soruya getiriyor. Gençler hatırlamaz ama 1980’den, 1994’ten ve 2001’den sonra ekonomi, rekabetçi döviz kuruna hızlı ve güçlü bir tepki vermişti. Yani TL’nin değer kaybı ihracatta önemli artışlara yol açtı. Krizden hızlı çıkılmasında ihracatın kur duyarlılığı çok önemli bir etken oldu. Bu kez ne olacak? Bu muammayı toplantı öncesinde kendi aramızda tartıştık. Rivayetler muhtelif.

Bir hatırlatmaya gerek duyuyorum. Dış açık, harcamalar açısından bakınca iç taleple üretim arasında bir dengesizliktir. Tamam. Ancak en az onun kadar, hatta belki ondan da önemlisi, üretimin sektörel dağılımındaki, dış ticarete konu üretim (tradables) ile dış ticarete konu olmayan üretim (nontradables) arasında dengesizliktir. Daha basit söyleyelim. Dış açığın varlığı sanayi kesiminin hizmet ve diğer kesimlere kıyasla güdük kaldığının göstergesidir. Döviz kuru iki ana sektör arasındaki ticaret hadlerini belirler. İhracatın rekabetçi kura olumlu tepki vermesi için, müteşebbislerin ve firmaların sanayi kesiminde uzun süre yüksek karlılığın süreceğine ikna olmaları ve yatırımlarının arttırmalarını gerektirir. Madalyonun iki yüzü vardır. Bir: Rekabetçi kurun sağladığı yüksek karlılık kalıcı mı, yani gelecekte de sürecek mi? Hizmet ve diğer sektörlerin tekrar daha kârlı hale gelmemesini de içerir. İki: Kapasite arttırıcı yatırım riskini almak için gerekli güven ve istikrar ortamı genelde var mı? Aksi halde sanayi kesimi yüksek ihracat kârlarını yatırım yerine bilanço düzeltmeye kullanacaktır. Bu da bizi yapısal reform ve kurumsal güven gibi kavramlara götürüyor. Açıkçası bu sorulara cevabım yok. Türkiye’nin bu esnekliğinin hâlâ var olmasını umut ediyorum. Önümüzdeki aylarda ihracatın ve sanayi yatırımlarının seyri bu konuda önemli ipuçları verecektir. Tekrar edeyim. Bu krizin seyrinde ihracat ve sanayi yatırımları en kritik rolü oynayacaktır. Bekleyelim, göreceğiz.

ÖMER FARUK ÇOLAK: Hocama teşekkürler.

SEYFETTİN GÜRSEL: Tabii can alıcı nokta bu. Senaryoları tartışıyoruz. Bir kere birden fazla senaryo olduğu kesin. Çünkü Türkiye ekonomisi, ekonomi yönetiminin zafiyeti, senin de söz ettiğin gibi kurumsal zafiyeti nedeniyle öngörülemez hale geldi. Önceden sadece iktisatçılar arası teknik bir tartışmadan ibaretti büyüme senaryoları. Murat söyledi 2017’yi nasıl tahmin ettiğini. Doğrusu ben bu tahmini biraz düşük buluyordum ama %7 aklımdan bile geçmiyordu. Bu büyük ölçüde teknik bir tartışmaydı, şimdi öyle değil. Türkiye’yi önümüzdeki on yılda hem siyasi rejim hem de iktisadi rejim bakımından çok farklı yerlere götürebilecek ihtimaller O bakımdan ben de Asaf gibi peşinen söyleyeyim: Muhtemel senaryolar arasından kuvvetli bir seçim yapacak durumda değilim. Ama isterseniz senaryoları hızla tanımlayabiliriz.

Önce resmî senaryo nedir? “Ne önemi var resmî senaryonun? Kim inanır onların rakamlarına?” demeyin. Son yıllarda Ekim ayında açıklanan Orta Vadeli Program (3 yıllık) bu yıl Yeni Ekonomi Programı adı altında açıklandı. Kurumsal reformlar ve kalkınma stratejisi açısından bir yenilik göremedim ama önceki  programların aksine ekonomik büyüme beklentilerinde uçmamışlardı. Bu bir nevi yenilikti ve doğrusu benim için şaşırtıcı oldu. İlk defa bir orta vadeli programda iktidar siyaseten uzun sayılan bir düşük büyüme dönemi öngörüyor. 2019’da yüzde 2,3; 2020’de yüzde 3,5. Ancak 2 yıllık düşük büyümenin ardından ekonomi yönetimi yüzde 5’lik bir büyüme bekliyor. Peki, gelecek iki yıl boyunca AKP iktidarı daha önce hiç yaşamadığı düşük ekonomik büyümenin toplumsal ve siyasal sonuçlarına katlanabilir mi? Nasıl oldu da Cumhurbaşkanlığı böyle bir programın açıklanmasına razı oldu? Bunlar yeni sorular ve muhtemel yanıtlara birazdan geleceğim.

Bu resmî senaryo. Gerçekleşme daha kötü olabilir. Nitekim OVP’nin açıklanacağı gün bir kulağım Paris’teydi, çünkü aynı gün OECD ara raporunu açıklayacaktı. Ekonomi ve Maliye Bakanı Albayrak açıklarken OECD Türkiye için ne öngörüyor diye merakla bekliyordum. Saat 12 gibi OECD’nin 2019’da yüzde 0,5 büyüme beklediğini öğrendim. Tabii iki tahmin arasında muazzam bir fark vardı. İktisatçılar bu kadar farklı tahminler yapabiliyor. Ama ilginç olan iki ay sonra, yani kısa süre önce OECD, tahminini rutin Türkiye raporunda aşağıya revize etti ve 2019 büyüme tahminini eksi yüzde 0,4 olarak ilan etti. Dikkat buyurun, bunlar yılık büyüme tahminleri. Çeyrekten çeyreğe ve birkaç çeyrek boyunca ciddi daralma öngörüyorlar demek. İki ayda reel ekonomi cephesinden ve bankalardan öyle olumsuz haberler peş peşe geldi ki OECD haksız sayılmaz. Diğer kurumların yeni açıklanan tahminleri de 2019’da yıllık negatif büyüme öngörüyor.

Yani bu krizde benim tahminlerimin  ötesinde şiddetli bir daralma da yaşanabilir. Bu durumda hükümetin vereceği tepkiler çok daha erkene çekilebilir ama benim için asıl soru, OVP’nin büyüme tahminleri civarında bir seyir izlense bile Beştepe’nin buna ne diyeceği. Şöyle de sorabiliriz: Cumhurbaşkanı’na OVP’nin büyüme hedeflerini nasıl kabul ettirdiler? Bilmiyorum. Büyük bir ihtimalle dediler ki “Şimdi güven vermek lazım, büyümeyi fazla yüksek tutarsak inanmayacaklar, onun için daha beter olacak. Merak etmeyin çok hızlı toparlanacağız. Son krizde de böyle oldu.”. Bu elbette benim akıl yürütmem ama başka türlü bir açıklamayı Cumhurbaşkanı’nın kabul edeceğini düşünemiyorum. Daha gerçekçi bir açıklama yapılacak olsaydı mealen herhalde şöyle olurdu: “Efendim, ekonomide büyük dengesizlikler meydana geldi. Her ne kadar esasen dış mihrakların oyunları bizi bu duruma soktuysa da bizim de sorumluluğumuz var. Enflasyonla mücadele ve para politikasına yönelik zatıâlinizin açıklamaları iyi anlaşılmadı ve ciddi güven kaybına neden oldu. Durumu toparlamak için uzunca sürecek bir dengeleme dönemine ihtiyaç var”.

Böyle bir açıklamanın neden yapılamayacağını sanırım uzunca açıklamaya gerek yok. OVP’nin makroekonomik göstergeler tablosunun rakamlarını yakından kontrol ettiğimde işsizlik tahminlerinde ilginç bir tutarsızlık dikkatimi çekti. Başka tutarsızlıklar da var ama onları arkadaşlarıma bırakıyorum. İşsizlik sorununa odaklanmak istiyorum. Büyüme öngörüleri ile istihdam, dolayısıyla işsizlik öngörüleri arasında vahim bir tutarsızlık açıkça gözüküyor. Belki Cumhurbaşkanı’na programı kabul ettirmek için de bu unsurdan yararlanılmış olabilir. Hem bir taraftan 2019’da yüzde 2,3 büyüme öngörüyorsun hem de işsizlikte ılımlı bir artış tahmin ediyorsun. 2020’de ise büyüme yüzde 3,5’tan ibaret ama nasıl oluyorsa işsizlik hafiften azalmaya başlıyor.

İşsizliğe bu nispeten iyimser bakış nereden kaynaklanıyor? Fazla ayrıntı yok ama bazı çıkarsamalar yapmak mümkün. İş gücü tahmin edilmiyor ama işgücüne katılım oranları mevcut. Geçmiş yıllarda ortaya çıkan güçlü artış trendi ile uyumlu tahminler söz konusu. Dolayısıyla işgücünün yıllık artışlarında gerçekçi bir kabul söz konusu. O zaman zurnanın zırt ettiği delik istihdam oluyor. İstihdam tahmini tamamen uçuk. Bu büyüme oranları ile kesinlikle tutarlı olmayan bir istihdam artışı tahmin ediliyor. 2016 örneği elimizde. O yıl yüzde 3,2 büyüme ile muazzam bir işsizlik patlaması yaşandı, çünkü istihdam hemen hemen duraklamıştı. OVP’nin 2019 ve 2020 için öngördüğü büyüme oranlarıyla işgücü artışını karşılayacak bir istihdam artışı yaratmanız mümkün değil. İşsizlik beklenenden daha yüksek düzeylere çıkacaktır. Eğer bir de OECD ve diğer tahminlere yakın bir gerçekleşme olacak olursa işsizlikte uzun süreli ve büyük bir artış kaçınılmaz olacaktır. Oysa bundan önceki krizlerde şiddetli daralma, işsizliği hızla artırıyor ama yüksek işsizlik kısa ömürlü oluyordu, çünkü yüksek ekonomik büyümenin hızlı dönüşüyle birlikte işsizlik de kriz öncesi düzeylere geriliyordu.

Şimdi öyle olmayacağı anlaşılıyor. Bu durumda iktidar 2 yıl, belki daha fazla sürecek bir işsizlik artışına ne tepki verir? Pansuman yapmak için 31 Mart’a kadar birtakım önlemler alınacaktır. Talebi desteklemek için verilen teşvikler büyük olasılıkla seçimlere kadar devam edecek. Mecliste görüşülmekte olan torba yasada işsizlik tazminatından yararlanma koşulları gevşetiliyor. Bir ihtimal tazminattan yararlanma süreleri de uzatılabilir. Ek istihdam yapacak şirketlere, tabii bulunabilirse, yine vergi ve prim teşvikleri verilebilir. Ama sonrasında ne olacak?

Sonuçta dönüyoruz dolaşıyoruz ekonomik çarkların yeniden dönmeye başlaması için borç düğümünün nasıl çözüleceğine geliyoruz. Çarkların yeniden döndürülmesi için batık banka kredilerinin temizlenmesi, bunun için de büyük miktarda taze kaynağa ihtiyaç var. Bu konuda sözü arkadaşlara bırakarak konuşmamın girişinde ortaya attığım tehdide gelmek istiyorum. Bu taze kaynak bulunamadığı takdirde ne olacak? Bu çok muhtemel, çünkü IMF kanalı görüldüğü kadarıyla tamamen kapatılmış durumda. Acaba tek karar alıcı, yani Cumhurbaşkanı, “mevcut ekonomik sistemin oyun kuralları bize uymuyor, dolayısıyla bu oyunu değiştirmekten başka çare yok” der mi? Daha somut söylersek, “sermaye akımlarına açık, esnek kur rejimine tabi, küresel ekonomi ile büyük ölçüde bütünleşmiş bir piyasa ekonomik sistemini değiştirmek istiyorum, çünkü bu sistemin kuralları bize uymuyor” denilebilir mi? Böyle bir tasavvurun belirtileri görülmeye başladı ve giderek artıyor. Bu bağlamda ekonomik sistem açısından yeni bir eşikte olduğumuzu düşünüyorum. Bu eşiğin aşılması ne kadar olası diye soracak olursanız oldukça yüksek diyemiyorum, çünkü hâlâ asgari bir iyimserlik dozundan vazgeçemiyorum ama böyle bir ihtimali de bazı meslektaşlarımın yaptığı gibi tamamen göz ardı edemiyorum.

ÖMER FARUK ÇOLAK: Hocam çok teşekkürler. İki tane küçük vurgu yapmak Birincisi, İktisat ve Toplum Dergisi’nin son sayısında OECD’nin Türkiye masası şefi Rauf Gönenç’in bir yazısı var. Türkiye ekonomisine ilişkin öngörülerle ilgili. Özellikle biraz geç yayınladık, tercümeleri 3 kere kontrol ettik, en sonunda Rauf Gönenç bir de kendisi oturdu düzeltme yaptı.

İşsizlik meselesine gelince işletme fakültesinde İstanbul’un sayılı üniversitelerinden birisindeyiz. İTD olarak biz üniversiteleri dolaşıyoruz. Davet geldiğinde, eğer vakit varsa, kimi zaman tek başıma kimi zaman hocalarımızla onları da davet ediyoruz. Bu senede iki üç üniversiteye gittim. Kısa süre içerisinde gördüğüm şey şu, iktisat bölümlerine olan rağbet azalmış durumda, hatta iki üniversite de “Böyle giderse seneye bölümü kapatacağız” dediler. Bunun temel nedeni iş arama süresi ile ilgili bir şey. Burada birazcık da kalbim sıkışıyor. Neden diye sorarsanız, sizin gibi genç bir oğlum var. 16 aydır işsizdi, daha yeni iş buldu. Hacettepe’nin maden mühendisliğinden mezun olan oğlum 16 aydır işsiz. Babası profesör, kolay iş bulur diyorlardı, hiç de öyle olmadı. Dolayısıyla Seyfettin Hoca’nın altını çizdiği işsizlik, önümüzdeki günlerde, bence çok konuşacağımız kavramlardan biri olacak. Murat Hoca söz sizde, buyurun.

MURAT ÜÇER: Sorular ‘‘Ne olacak?’’ ve ‘‘Ne yapılmalı?’’ şeklinde… Bence bunların ikisi entegre aslında, çünkü ne olacağı biraz, yolda ne yapılacağına bağlı. Aslında Seyfettin Hoca biraz ona değindi birkaç senaryoda. Benim biraz ayrıştığım bir nokta galiba, bu daha önce izah etmeye çalıştığım ‘‘bilanço

Son 15 yılda hızla büyüdük…

resesyonu’’ meselesi, ben bunu önemsiyorum. Bilanço resesyonu kavramı Japonya’da ilk kez ortaya çıktı benim bildiğim. Richard Koo diye bir ekonomist Japonya için yazdı bunu. Bankacılık sektöründen kötü borçlar birikiyor, zamanında çözümler geliştirilmediği için ekonomi bir türlü istediği büyüme randımanına erişemiyor. Çözüm buradaki zombileri yaşatmamak. Daha doğrusu baştan bir bankacılık operasyonu yaparak ekonomiyi rahat kredi verir hale vs. getirmek, bilançoların tedavisine yardımcı olmak. Bunun değişik teknik boyutları programları var. En önemlisi devletin bu işe para koyması ve gerçek para koyması. Son krizde Amerika bunu başarılı bir şekilde yaptı bence. TARP denen (Troubled Asset Relief Program) programı uyguladı, bankaları yeniden sermayelendirdi. Başarılı bir programdı, çünkü bankalar ayağa kalkar ken, Amerikan vergi mükellefi de bu işten para kazanarak çıktı. Tabii Asaf Hoca’nın dediği gibi dolar basınca bu işler daha da kolay oluyor ama başarılı olamayabilirdi. Gerçi hâlâ Amerika’da da doğru şeylerin tam yapılmadığını söyleyen çok akıllı adamlar var mesela, o ara hane halkının borcu da yapılandırılmalıydı diyen bir ekol var. Ama bence borç yapılandırması konusunda veya bilançoların tedavi edilmesi konusunda bu görece bir başarı hikâyesi. Bunu zamanında yapamazsanız iş uzuyor zaten, iyileşme çok uzun zaman alacaktır konusunda anlaşıyoruz aslında; ben ek olarak diyorum ki, daralmada oldukça derin olabilir; özellikle bizim gibi döviz cinsi borç üzerinden beslenmeye alışmış bir ekonomi iseniz. Bu açıdan teknik olarak birkaç çeyrek sürebilecek bir daralmaya ciddi bir olasılık olarak bakıyorum.

Bu arada bir parantez açayım. Burada genç arkadaşlarımız var, bu işleri tam kavramaları açısından belki önemli bir konu bu, yıllık tahmin yaparken çeyreksel patikalara bakmak lazım. Biz 2018’e çok hızlı girdiğimiz için ilk yarıda büyüme güçlü, sonra yavaşlayıp daralıyorsunuz ve 2019’a bu şekilde giriyorsunuz, yılın sonuna doğru iyileşme güçlense bile yılın tamamı için pozitif büyüme matematiksel olarak biraz hayal oluyor. Daha da önemlisi işin kalitatif tarafı; bu bankacılık sorununu, borç sorununu bizzat ele almadıkça iyileşme gecikiyor ve öncesinde daralma derin olabiliyor. Mesela İtalya bugün hâlâ çok durağan bir iktisadi dengede… Niye hâlâ İtalya hastalıklı adam olarak görülüyor ama İspanya daha iyi bir iyileşme performansı sergiliyor? Bir sebep İspanya’nın, bankalarına daha aktif politikalarla müdahale etmesi. Oysa İtalya sorunu yok saydı, sayıyor. Hocalarım derslerde anlatır eminim ve bu işleri daha iyi bilir ama normalde resesyon nasıl olur? Bir talepte zayıflama olur, politikaları gevşetirsin; bir güven sorunu vardır Keynes’in ‘‘animal spirits’’ dediği hikâye bir türlü bir güven geri gelir, iyileşirsin. Bunlar nispeten ‘‘kolay’’ resesyonlar birkaç çeyrek daralıyorsun sonra düzeliyor işler. Bilanço resesyonu daha ciddi bir şey, çünkü borç sorununu bizzat ele almayı gerektiriyor. Bence o anlamda şu anda yaşadıklarımıza daha doğru referans bizim 2008-9’da yaşadıklarımız değildir; 2008-9’da Batı’nın yaşadıklarıdır. Peki, bu işi nasıl çözmek lazım? Bunun da teknolojisi var detaylar ayrı konu ama mesela ‘‘stres test’’ yapacaksın. Nedir stres test? Bankaları en kötü senaryolarda test edeceksin. Sermaye yeterliliği, likidite vs. konularında ve deliği saptadıktan sonra, bankalar arasında durumu saptadıktan sonra devletin rolü ne olacak? Bankanın hissedarının rolü ne olacak? Buna karar vereceksin. Önce bir kaybı bulacaksın, onun miktarını; bu da tamamen mekanik bir egzersiz ama inandırıcı olması lazım, çünkü mesela Amerika’daki öyleydi; ama Euro Bölgesi’nde ilk yapılan test felaketti inandırıcılık açısından. Sonra Avrupa Merkez Bankası’na görev teslim edilmeden ciddi stres test yapıldı. Oralarda gerçek hasarın ortaya çıktığını gördük. Bunları anlatıyorum, çünkü bence bizim için referans bunlar olma lı. Bankalarımız hâlâ çok kötü durumda değil, sistemik bir kriz bence katiyen yok. Ama burada farklı bir durum var, o yüzden de farklı bir yaklaşım lazım.

Zaten ilginç olan da Yeni Ekonomi Programı’nda bu konuya değiniliyor, bu çok olumluydu. Seyfettin Hoca’m içsel tutarlılığı falan vurguladı, çok haklı ama ben bu programların içsel tutarlılığının pek olmamasına alıştım; bu programlarda hep bir yapısal reform olayı var, her şeyi çözüyor, büyürken kırılganlıklarımız azalıyor, işsizlik azalıyor filan; ben pek bu kısma takmıyorum, o pek olmuyor zaten. Ama bu yeni program birkaç sebepten bence enteresandır. Bir tanesininden yine Seyfettin Hoca bahsetti, en azından 3 sebepten enteresandır, olumludur. Birincisi, büyüme tarafında nispeten realist bir patika vardı. İkincisi, stres testi kondu, bankacılık programı kondu ve son olarak ciddi bir mali uyum kondu. Fakat şu anda Yeni Ekonomi Programı’nı maalesef yine pek konuşmaz olduk. Onun yerine, ingilizcesi ile ‘‘regulatory

Bizim ekonominin “mekaniği” üstüne kısa bir hatırlatma…

forbearance’’ öne çıkıyor, yani bankacılık sistemine birtakım kolaylıklar göstererek tekrar bunları kredi vermeye zorlamak gibi bir yaklaşım var şu anda veya teşvik etmek diyelim ona, daha kibarca bir yaklaşım var. Bu bir ölçüde dünyada her yerde yapılır ama bence bu şekilde aşılabilecek bir problem değil bizimki. Kapsamlı yaklaşım gerekiyor ve taze fon lazım. Bunu tasarruf açığı olan, cari açıkla büyüyen, az da olsa bütçe açığı veren bizim gibi bir ülkenin dış kaynak olamadan yapması zor. Çin yapar mesela, çünkü Çin’in rezervleri var şimdi açılıyor biraz ama cari fazlası var yıllardır. Trilyonlarca rezervi var. Bizde öyle bir kaynak olmadığı için ve istemesek de maalesef tüm oklar o yöne işaret ediyor bence oyuna IMF’yi dahil etmek durumundayız. Dediği gibi Seyfettin Hoca’nın inandırıcılık ve fonlama açısından IMF bence kesinlikle gerekli. Eğer IMF gelirse bir senaryo olacak, gelmezse başka bir senaryo olacak.

Özetlersem ben bu bilanço resesyonu olayını ciddiye alıyorum. Daralmanın sanılandan daha derin olacağını düşünüyorum. Önümüzdeki sene IMF olsa bile negatif büyümeye matematik olarak kendimizi hazırlamalıyız diye düşünüyorum. Eğer doğru şeyler yaparsak yavaş yavaş çarklar tekrar dönmeye başlar ikinci yarıda, iyileşmeyi önümüzdeki sene görürüz. Aksi takdirde açıkçası çok daha çalkantılı bir senaryo ile karşı karşıya kalırız. Daha yapıcı bir senaryodaki buna İngilizcesiyle ‘‘muddle-through’’ deniyor, ‘‘düşe kalka büyüme’’ senaryosu yani Türkiye kendi başına bu işi götürebilir ama ben buna çok yüksek ihtimal vermiyorum. Olabilir tabii, yavaş yavaş buraya para gelmeye başlar, biraz cari açık veririz, YEP’e güven artar, malum seçimden sonra bütçeyi yeniden sıkarız, Amerika ile ilişkiler biraz daha iyi olur, bütün bunlar bizi 2019’da kurtarır. Bu senaryoda bile sonra ne olur, o ayrı bir tartışma konusu. Benim inancım Ankara yine bir pragmatiklik örneği gösterecek ve bir noktada bence IMF programı olacak; ama bu tamamen bir ‘‘inanç’’ tartışması meselesi, ‘‘iktisat’’ tartışması meselesi değil; o yüzden detaylarına girmeyeceğim.

ÖMER FARUK ÇOLAK: Çok teşekkürler Şimdi son konuşmacımız Ege Hoca, buyurun.

EGE YAZGAN: Refet Hoca ile burada iki gün yaptığımız bir konferans vardı. O zaman bu konuyu konuşmuştum onunla. Bu tartışmayı söyleyince, “U mu olacak, L mi olacak, bunu mu konuşacaksınız?” diye sormuştu. Yoksa, V diyecek olan yoktur herhalde diye düşünüyordu Refet hoca. Haklı çıktı. Ben biraz daha şöyle bir perspektiften bakayım. Bu L ve U meselesi bana göre önemli. V kısmını sanırım herkes açıkladı onun imkânsızlığı ortada. Yurt dışı yeni bir parasal genişleme sürecinde olsa da, 2010-2011 gibi Türkiye’ye paralar yağsa dahi yeniden eskisi gibi iç taleple genişlemek kolay değil. Ki yurt dışında böyle bir genişlemenin olmadığı, hatta tam tersinin olacağı meydanda… Ama öyle bir şey olsa dahi Türkiye’nin bilançolarının yapısı, hane halklarının, şirketlerinin bilanço yapıları bu durumdayken, ekonomi, çıkışı V yapabilecek durumda değil Aslında, bence bu da güzel, yani şu anlamda güzel; baktığınız zaman 2010-2011 Türkiye ekonomisinin sürecine gelmiş olduğu, artık sürdüremeyeceği; artık eskisi gibi değil, farklı bir çıkış olacak. Türkiye ekonomisinin temel problemi nedir diye baktığınız zaman şöyle bir resim görüyorsunuz: Mesela 2000-01, yurt dışından kaynak geliyor ciddi bir biçimde, 2001 sonrasında da başka bir süreç var ama o ayrı bir konu şimdi çok uzatmayayım, 2010-2011 sürecine bakayım, bu sürecin sonunda paranız aşırı değer kazanıyor. Devamlı olarak uluslararası rekabet avantajınızı kaybediyorsunuz. Yetmiyor, içeride ürettiğiniz malları da, sektörleri de kaybediyorsunuz. Bunları ithalata dayandırıyorsunuz. Ve ondan sonra geldiğiniz noktada bütün ürettiğiniz ara girdi malları vs.leri de yine ithalata kaymaya başlıyorsunuz. Hatta ihracat yaptığınız zaman şunlar konuşulmaya başlanıyor; efendim sizin ihracattan katma değeriniz yok, zaten ihracat yapmak için ithalat yapmak gerekiyor bu kısmen doğru. Geldiğiniz yerde, bakın kâğıt sektörüne, içeride var olan petrol kimya sektörünün durumuna. Dış finansmana dayalı bu yapının yarattığı ortamda iktisadi politikayı tartıştığınız zaman, ne tartışıyorsunuz? Kur, faiz, enflasyon. Enflasyonu büyük ölçüde belirleyen, maliyetler; o da bu yapı sonucunda, kurun düzeyine bağlı. Enflasyon-kur sarmalına girdiğiniz yerde de, faiz politikasını bile doğru düzgün tartışamaz hale geliyorsunuz. Çünkü faiz, kuru düşürmenin bir aracı haline geliyor. Bu yapı sürdürebilecek bir yapı değil. Bu nedenden dolayı bunun mutlaka değişmesi lazım. 2001 sonrası Türkiye’de nasıl bir değişiklik olduysa, belki de, bundan sonra da daha sürdürülebilir, daha az dış kaynak gereksinimi duyan bir büyüme modeline doğru bir değişiklik olacak. Ben Asaf Hoca’ya bu yönden katılıyorum. Pozitif dış talep katkısıyla, daha fazla üretim yapılabilecek, bir biçimde üretkenliği de arttıracak bir yapıya kavuşmamız lazım. Tabii bunun da yolları belli, yani sektörleri belli, kısa vadede bunun nasıl olduğu, yani sizin inşaat gibi iç talebe yönelik iş yapan işgücünü, üretkenliği daha yüksek sektörlere kanalize ederek, ekonomik yapıyı değiştirmeniz lazım. Kaçınılmaz olarak, bu koşullarda, piyasa sizi bu tarafa doğru zaten itecek, ama dediğim gibi bunu dizayn edip yapmaya çalışırsınız daha olumlu bir yere doğru gidersiniz tek başına piyasadan ziyade. Ekonomi bunu yapamazsa ne olur? Ben yapabileceğini düşünüyorum, en kötü olasılık çok daha geniş bir U senaryosu olur. Bundan sonra belki de potansiyel büyümeyi de tartışabiliriz. Evet, belki bugünkü üretkenlik düzeyinde 3,5 4’tür diyelim ama bu transformasyonu bu şekilde yapabilirse, orta uzun vadede, 4 5 yılda, geçireceği bir üretkenlik artışı potansiyel büyüme oranını da daha yukarıya çekebilir. Bunu yapmakta gecikirse, 10.000 dolarlık bir ekonomi 8 bin dolara bir süre takılıp kalabilir. %1’lerde 1,5’larda bir büyümeye takılıp kalabiliriz bir süre. V’yi zorlayacak kanallar da sizi enflasyon devalüasyon sarmalına sokar. Son zamanlarda yaşadığımız türmoillerin benzerlerini yaşamaya doğru gideriz. Ancak ben Türkiye’nin buraya uzun süre takılıp kalmayacağını, bu transformasyonu yapabileceğini düşünüyorum. Yani bunu yapabilecek politikayı dizayn edebilir Türkiye. Türkiye ekonomisinin esnekliğini, dayanıklılığını hafife almamamız gerektiğini düşünüyorum. Doğru yönelimleri de görebildiğini düşünüyorum. Ama zaman alacaktır. Bazı transformasyonları yapmak şu anda o kadar kolay değil gibi de görülebilir. Bunun zorluğu da meydanda. Ama ben başka bir çaresi ve çıkar yolu olduğunu, doğrusu, zannetmiyorum. Eskisi gibi bir modelle Türkiye’nin gidebilmesi bence imkânsız. Bu kadar, teşekkür ediyorum.

ÖMER FARUK ÇOLAK: Hocam çok teşekkürler. Beş dakika da ben konuşmak isterim. Geçenlerde, bir yargıç arkadaşım aradı (oğlu yurt dışında okuduğu için döviz alıyor her ay), döviz kuru ne olacak diye sordu. Asaf Hoca’mın dediği gibi bu kriz dönemlerinde iktisatçılar popüler oluyor. Ben dedim ki bilmiyorum, bunu sizin bilmeniz lazım. Ne demek istiyorsun dedi. Dedim ki, iktisadi kararların kurallar, kurumlar, hukuk düzeni içerisinde belirlenemediği bir ortamda benim bir şey söyleme şansım yok. Siz ne zaman ki öyle bir düzen kurarsanız ben de o zaman derim ki Merkez Bankası bağımsızdır. Şöyle şöyle politika uygulayacak. Şimdi ne yapılması meselesinde, neler tersine döndüğüne de vurgu yapmak lazım. Türkiye’de önce 2007 yılında Cumhurbaşkanlığı makamında değişiklik oldu, sonra 2010 Anayasa değişikliği. Böylece, kurumsuzlaşmanın ilk temelleri atılmış oldu. Sonuçta bugün 2001 krizi sonrasında elde ettiğimiz Merkez Bankası bağımsızlığı artık yok. Merkez Bankası bağımsızlığı artık bitti. Merkez Bankası bağımsızlığının bittiği yerde de ne enflasyon hedeflemesi yapabilirsiniz ne de Merkez Bankası’nın dün altını çizdiği para politikasındaki etkinliği sağlayacağız, fiyat çıkarını sağlayacağız, esnek döviz kuru politikasına devam edeceğiz gibi sözlerinin önemi var, çünkü kararları o vermiyor. Veremeyecek. Tabii ki Türkiye’de enflasyonun kaynağı nedir meselesi önemli. Bunda döviz kurlarının önemi var, dış ticarette ithalatın %73’ünün ara malı olmasının etkisi var. Ama Türkiye’de enflasyonun en önemli nedenlerinden bir tanesi de maliye politikasıdır. Türkiye’de maliye politikası ne yazık ki çok kötü uygulanıyor. Kimliği olmayan bir maliye politikası var ve bu maliye politikası enflasyon üzerinde de olumsuz etki yaratıyor. Nasıl yaratıyor? İki şekilde: Hem toplam talep üzerinden yaratıyor, hem de uyguladığı vergi politikası üzerinden yaratıyor. Maliye politikası Türkiye’de enflasyonun en önemli nedenlerinden bir tanesi. Buradan yola çıkarak diyorum ki iç dengeyi kurmadan dış dengeyi de kurmak biraz zor olacak gibi duruyor. İç dengeyi kurmak için de maliye politikasında etkinliği sağlamak lazım.

Tabii AKP iktidarının elinde 2003’ten bu yana yaşanan süreçte ciddi bir avantaj vardı, özelleştirme. Özelleştirmeyle 60 küsur milyar dolarlık bir kaynak bu 16 yıllık süreçte kullanıldı. Şimdi o kaynak artık pek yok. Bunu kullandı ve de büyük ölçüde tükendi, şimdi onun başka bir türevini yapabilir miyiz derdindeler. Nedir o? Onu ikame edecek varlık fonu kuruldu. Buradan ne kadarlık bir borçlanma sağlanabilir, soru işareti. Orada da hukuki zeminle ilgili süreç var. Tabii esasında ciddi avantajlar vardı Türkiye’nin önünde, 2005 yılının 3 Ekim’ini hatırlıyorum. Avrupa Birliği ile tam üyelik görüşmelerine başlama hakkını elde etmişsiniz, ben çok sevindim gerçekten, dedim ki önümüzdeki dönemde her şey çok farklı olacak. Bunu bir arkadaşıma söylediğimde, sen hayal görüyorsun dedi, her zamanki gibi iktisatçılar biraz romantik davranıyor. Evet, doğru, hayal görüyormuşum. Ama hâlâ da, gene o noktadayım. Türkiye’nin önündeki o “Ne olacak? Ne yapılacak?” meselesinde bence en önemli perspektifi Avrupa Birliği olmalı. G20 sürecinde Rusya ve Amerika’nın tutumunu da düşündüğünüzde Avrupa Birliği hâlâ Türkiye’nin önünde ciddi bir hedeftir, perspektiftir diye düşünüyorum. Şimdi toplantımızın son bölümü soru cevap yapacağız. Buyurun.

RAMAZAN PAMUKOĞLU: Müsaade ederseniz Seyfettin Hoca’ma sormak istiyorum. Türkiye’nin ihraç ettiği her 100 dolarlık malın 70 dolarlık kısmı ara mal ise, ithal ediliyorsa, o zaman ithalat düştüğü zaman ihracatın da düşmesi gerekmiyor mu hocam?

SEYFETTİN GÜRSEL:Valla Asaf buna cevap versin de tam soruyu da anlamadım yani ihracat tabii ki ithal ara girdi kullanıyor. Otomotivde başka şeylerde de ama satışı da dövizle olduğu için dövizle ithal edilmesi döviz ödenmesi çok etkiliyor sonuçta onu.

ASAF SAVAŞ AKAT: Orada bir hesap sorunu da Ne kadar ilginizi çekiyor bilmiyorum ama firma bazında yapılan çalışmalarda firmanın dışarıdan aldığı ara girdilerde ithal ürünlerin payına bakılıyor. Yüksek çıkıyor. Fakat firmanın yurt dışı cirosunda katma değer kalemleri de (ücret, kâr, faiz, amortisman, rant) dahil. OECD ihracatta yerli katma değer hesapları yapıyor. Orada sayı % 70 değil, % 35 gibi çıkıyor. Tam ayrıntısını hatırlamıyorum. Ara girdilerde ithalatın payı ile katma değerde ithalatın payı çok farklı şeyler. İkincisinde Türkiye diğer ülkelere kıyasla kötü çıkmıyor. Ama bu konu Türkiye’de çok karıştırılıyor.

EGE YAZGAN: Sizin sorduğunuzu ben biraz şöyle anladım. Bu kadar makro veriye bakıp bu yorumu yapmanız; düşen ithalatın tam olarak oradan mı düştüğünü bilmiyoruz, yani belki ihracat satışları stoktan da gidiyor Siz “İhracat artıyor, ithalat da artıyor, o zaman nasıl ihracat artıyor?” diye soruyorsunuz değil mi? Ama illa büyük makro veriye bakıp bunu söylemek mümkün değil. Anlatabiliyor muyum? Stoktan gider, içerden gider veya zaten mecburi girdisi vardır, o düşen ithalat bambaşka yerlerin ithalatıdır falan.

YELDA YÜCEL: Ben de, Murat Hoca’yla benzer bir şekilde düşünüyorum. Bilanço ve yakın vadede ödemeyle karşılaşacak reel kesimin borçluluk meselesi biraz kritik olacak gibi görünüyor. Bir de bu üretkenlik meselesiyle ilgili daha ayrıntılı bir şey sormak istiyorum: Aslında bu 2001 krizinde Türkiye’ye krizin etkime mekanizması bankalar kamu sektörü ve ona verilen spesifik, o sektörlerdeki büyük patika tasarımı ve cevabıyla söz konusu olabildi. Şimdi aslında bakınca otomotiv ve beyaz eşyalara iç talepten, biraz enerji ve inşaatta ciddi bir sıkıntı görülüyor. Spesifik sektörde bakıldığında kur meselesi ve bilançolar yüzünden, daha özeline, sektörler bazında bir gözlem var mı? Dolayısıyla krizden çıkarken de üretilecek politika mekanizmalarının, mesela bu sektörlere dönük olarak tasarlanması meselesi önemli olacak ve üretkenlik ve istihdam dostu politika, bu ikincisi nasıl olacak? Yani onu hayal etmeye başlamak için hangi sektörlerde üretkenlik artışı, hangi sektörlerde istihdam dostu bir strateji, belki daha net telaffuz etmeye başlamamız gerekiyor?

MURAT ÜÇER: Sektör bazındaki sıkıntılarla ilgili benim şahsen daha farklı bir bilgim yok ama çok kapsamlı, detaylı sektör spesifik politika üretmek lazım mı şu aşamada, çok emin değilim. Yani bu konjonktürde doğru şeyleri makro olarak yaparsam, doğru politika kalibasyonunu yaparsam, çarklar döner gibi geliyor bana. Asıl mesele şu anda o bence…

EGE YAZGAN: Ben tabii buna katılmıyorum. Bence direkt sektör spesifik politika ile gitmek gerekiyor.

MURAT ÜÇER: Şu anda daralmanın çok uzamadan engellenmesi ve iyileşmenin başlaması ayrı, uzun vadeli sanayi politikası ayrı bir şey.

EGE YAZGAN: Tabii, yani kısa vadeli istikrarı sağlamak önemli, o başka. İstikrarı sağladıktan sonra dönüşüm politikalarının kesin gerekli olduğunu düşünüyorum. Böyle şeyler hükümet tarafından gündeme çok getirildi. Sanayileşme politikaları, öncelikli sektörler, teşvikler gibi şeyler gündeme geldi. Ama uygulamada tam bir net sonuç göremedik sanki. Bazen getirilen politikalar da net ve açık değil. Basit bir örnek vereyim, 16 tane öncelikli sektör olmaz.

ASAF SAVAŞ AKAT: Sanayi politikası Türkiye’nin eskiden beri en önemli sorunlarından Selektif teşvik vermekte çok zorlanıyor. Bir türlü yapamıyor. Sonuçta şemsiye teşviğe dönüşüyor. Her şeyi teşvik etmek, işin özüne aykıdır. Etkinliği kalmıyor. Bu hükümetin nasıl yapacağını çok merak ediyordum. Savunma sanayi dışında şimdilik başarılı bir uygulamadan söz etmek bana zor geliyor.

MURAT ÜÇER: Benim çok kısa kayda koymak isteyeceğim şey şu; sanayi politikası şu anda lüks bizim için. Çok daha yangının içindeyiz ve keşke normalleşen Türkiye’de onları tartışabilsek. Sanayi politikası dediğimiz şey çok genel, çok iyi tasarlanmalı bu ..

BURAK ATAMTÜRK: İstanbul Üniversitesi iktisat fakültesindeyim. Herkese çok teşekkür ediyoruz. Bir sorum Aslında çok sadeleştirirsek temel sorunumuzun yıllardır yapısal olduğunu söylüyoruz. Yapısal sorunun da temelinde zaten potansiyel oranımızı artıramamamız geliyor. Bu yapısal programı hayata geçirmeden de orta gelir tuzağı gibi tuzaklardan kurtulamayacağımız anlaşılıyor. O zaman aslında bunun da zaman olarak çok önemli bir uğraş olduğunu Ege Hoca da söylemişti zaten. Peki, bütün bunları birleştirdiğimizde aslında biz bayağı bir “tabanı geniş bir U’ya giriyoruz” diyemez miyiz? Yani önümüzdeki bu reçete, birazcık küçülme, dünya konjonktürünü de hesaba katarsak biz pek de o kadar kolay yukarıya çıkamayacağız gibi durmuyor mu? Bu U’nun tabanı epey geniş, bir çöküntü içinde kalacağımızı söyleyemeyiz mi?

SEYFETTİN GÜRSEL: Yani iki yıldan da fazla bir zaman.

BURAK ATAMTÜRK: Yani, evet yapısal reformlarda hayata geçirilmediği takdirde bunların hepsi palyetif olacak zaten. Biz yıllardır aynı şeyleri söylüyoruz değil mi, bu yapısal reformlarla ilgili. Biraz çıksak bile tekrar düşüyoruz. Dolayısıyla kalıcı bir büyümeyi yakalayabilmek için, sürdürülebilir büyümeyi yakalayabilmek için buna ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Eskiden dış konjonktür biraz daha imkân Şimdi dış konjonktür de sorun yarattığı için bu inmenin biraz uzun sürebileceğine dair kuşkularım var, siz ne dersiniz?

SEYFETTİN GÜRSEL: Murat haklı. Önümüzdeki iki yıl, potansiyel büyüme tartışmak bana sorarsanız abes ile iştigal, çünkü acil yangın çıkmış durumda tartışılması gereken bu yangının nasıl söndürüleceği. Şimdi bununla ilgili Murat’la çok konuda örtüşüyor görüşlerimiz. Diğer arkadaşlarla da öyle ama onlar değinmediler IMF Murat değindiği için söyleyeceğim. Tek ayrıştığımız en önemli nokta bu. Şimdi çok haklı IMF’li bir senaryo, tabii en doğru senaryo olurdu. Buna şüphe yok ama bunun şöyle bir zimmi varsayımı var. Gerekirse itiraz edebilir. Zimmi varsayım şu: Mevcut başkanlık rejiminde tek karar alıcı olan Cumhurbaşkanı, önceki hükümetler gibi davranacaktır. Duvara tosladıklarında nasıl IMF ile anlaşma yapmak zorunda kalıyorlarsa bu kez de IMF ile eninde sonunda anlaşma yapılacak. Çünkü yeterli miktarda ucuz taze kaynağın ve yeniden elde edilmesi gereken güvenin sağlanmasının başka yolu yok, diyor Murat. Tek o değil, pek çok meslektaş da böyle düşünüyor.

Benim buradaki en büyük tereddüttüm bu zimmi varsayım ile ilgili. Bu varsayım ne kadar makul? Yani Sayın Erdoğan daha önceki yöneticilerle aynı ekonomik dünyada yaşıyor, benzer ekonomik ön kabulleri paylaşıyor mu? Ben bunu hayır yaşamıyor demek için, daha doğrusu evet diyebilmek için uzun yıllar direndim. Ama bir süredir öyle görünüyor ki Cumhurbaşkanı’nın ekonomi anlayışı ve inançları çok farklı. Bu nedenle “Bu oyunun kurallarını ben artık oynamıyorum” deme ihtimali yabana atılamaz. Halen TBMM’de bir torba yasa konuşuluyor. Torba yasada işsizlik tazminatından çok daha önemli bir madde mevcut. Bu maddeyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Deniliyor ki, “Finansal sistemin bütününe sirayet edebilecek ölçüde olumsuz gelişmeler ortaya çıkar, doğrudan Cumhurbaşkanı’na bağlı finansal istikrar ve kalkınma komitesi tarafından bu durum tespit edilirse, üye kurum ve kuruluşların yetkileri dışında alınması gereken tedbirleri belirlemeye Cumhurbaşkanı yetkili olup ilgili bütün kurum ve kuruluşlar, belirlenen tedbirleri derhal uygulamakla yetkili ve sorumludur.” İşte size komuta ekonomisinin çok bariz bir ifadesi. Bu zihniyetle IMF ile bir istikrar programı üzerinde anlaşılabilir mi? Bu bir ikilem ve kesin bir tercih gerektiriyor.

ASAF SAVAŞ AKAT: Arkadaşların soru sorma zamanı ama Murat çok önemli bir konuyu tartışmaya açtı. Seyfi de şimdi devam etti. Çözüm için IMF ile anlaşma hikâyesinde ben ciddi şekilde farklı düşündüğümü en azından kayda geçirmek istiyorum. Türkiye’de iktisat politikasına, tartışmalarına katılan iktisatçıların ilginç bir zafiyeti dikkatimi çekiyor. Bakıyorum söylenenlere; üç aşağı beş yukarı tüm çözüm önerileri IMF’nin talepleri ile örtüşüyor. Ege bile kısa dönemde istikrar dedi. Ne demek? Maliye politikasını sık, para politikasını sık. IMF’nin zaten başka reçetesi yok; sorun ne olursa olsun, para ve maliye politikalarının sıkılmasını öneriyor. Daha ilginci, küresel reçetenin asimetrisi de ortaya çıktı. Bize gelince sıkı para ve maliye; ABD’ye gelince tam tersi… Zaten Amerikan yönetimi IMF’yi dinlemeyeceği için belki. Neyse, IMF reçetesi Türkiye’de neden bu kadar yaygın kabul görüyor? Ben Keynesci bir gelenekten geliyorum. IMF denince aklıma öncelikle Kaldor ve monetaristlere yönelttiği ağır eleştiriler gelir. Hadi gençler onu tanımıyor; yaşlılar da susuyor. Ya Stiglitz? Asya krizi karşısında, IMF reçetesine karşı cansiperane kavga verdi. Ya Krugman? Sosyal medyayı da kullanarak kemer sıkma politikalarına en ağır eleştirileri yöneltiyor. Türkiye’de iktisatçılar neden IMF’yi dinliyor ama Stiglitz, Krugman, vs. kemer sıkma karşıtı Keynesci iktisatçılardan hiç etkilenmiyor? Bir sürü meslektaş bir yandan Washington Consensus’e karşı çıkıyor; aynı anda krize çözüm için IMF’nin reçetelerini tekrarlıyor. Bu çelişkiyi açıklamakta zorlanıyorum. Çok uzağa gitmeye gerek yok. 2009 sonrasında FED, bilançosunda sınırsız para basarak büyüme kararı verdiğinde, Ortodoks para politikalarını savunanlar “bunun sonu yüksek enflasyon” diye bangır bangır bağırdılar. Aradan 10 yıl geçti, hani, nerede enflasyon? Ortodoks yaklaşımın, Washington Consensus’un, küresel kriz sonrasında itibar kaybını bizim iktisatçılarımız neden görmüyor? Kriz bir dönemi, bir bakışı tasfiye etti, bunu içselleştirelim. “Kriz mi var? Gelsin IMF” dönemi bitti. Tersine, ne işi var IMF’nin Türkiye’de diyorum. Kaynak sorununa bakalım. IMF hibe mi yapıyor? Hayır, kamuya borç veriyor. Türkiye’de kamu borç oranı düşüktür. Yani sonuçta özel kesimin (reel ya da finans) zararlarını vergi mükellefi yüklenecekse, IMF’nin giydireceği deli gömleğine, beyhude kemer sıkma çabalarına ne gerek var. Hazine borçlanır biter. Neticede ABD’de finansın zararı hazineye devredildi, krizden öyle çıkıldı. Seyfettin’in başka bir argümanı var. Doğru anladıysam, Türkiye içeriden tutarlı bir iktisat politikası tasarımı yapamaz diyor. Eski yaklaşımdır. “Neden IMF’ye ihtiyaç var? IMF olmazsa bizim siyasetçiler cıvıtır, para ve maliye politikaları gevşer, vs.” Bunu sevmiyorum ama farklı bir formülasyona belki katılabilirim. Geçmişten bazı örnekler vereceğim. “Ben yaptım oldu” sendromu diyelim. Türkiye iki kez başarılı bir ekonomik performans dönemi yönetici kadrosunun koşullar değiştiğinde eskide ısrar etmelerinin sonucunu yaşadı. İlki Menderes’tir. 1950’lerin başında müthiş bir büyüme/ gelişme performansı yakalandı. İstisnai iç ve dış koşulların sonucu idi. 54’te koşullar değişti ama rahmetli Menderes eski politikada ısrar etti. 56-58 krizine böyle gittik. Diğeri Ecevit’tir. 1973’te ilk hükümetinin ekonomik performansı, gene istisnai iç ve dış koşullar sayesinde çok başarılı geçti. 1977’de ikinci hükümeti kurduğunda koşullar tersine dönmüştü. Ona rağmen eski politikada ısrar etti. 78-79 krizine böyle gittik. Dolayısı ile Seyfettin çok ciddi bir tehlikeye işaret ediyor. Cumhurbaşkanı eğer 2008’i düşünüyor, ben o zaman yaptım fevkalade başarılı oldu diyerek değişen koşullara rağmen aynı reçeteyi uygulayacaksa, o zaman Türkiye’nin önünde kötü günler var demektir.

Lafı uzattım, biliyorum, ama IMF hikâyesine itirazımı, özellikle kayda geçirmek istedim. IMF’den kastedilen tekrar dış kaynak ile hızlı büyümeye devam ise, bu hayaldir. Türkiye neden krize girdi? Dış açıklar sürdürülemez hale geldi. Üstüne yol açtıkları bilanço uyumsuzluğu sürdürülemez hale geldi. Yani çözümün nerede olduğu konusunda hiç olmazsa prensipte anlaşmalıyız. Çözüm dış açığa finansman bulmaktan geçmiyor. Geri öderler mi korkusu ortaya çıktı. Dış borcun üstüne yatmayı düşünüyorsak, para vermeyenler daha da haklı. Velhasıl ben artık dış açığa finansman bulma kapısının kapandığı kanısındayım. Nitekim yaz ortasından itibaren piyasa da aynen bunu diyor. Piyasa denince sadece Londra’yı anlamayın. Sıradan vatandaş da aynı görüşte; izleyiciler, anne babaları, vs. kur 7 lirayı geçtiğinde kimse dolar bozdurmadı! Yani daha da yükseleceğini düşündü. Son olarak, Başkan Erdoğan’ın IMF ile anlaşmaya gitmesi ihtimali bana siyaseten de son derece düşük geliyor. Murat’la bu konuda farklı düşünüyoruz.

MURAT ÜÇER: Zaten onu ekonomik bir karar değil, ekonomi tartışması değil, inanç tartışması olarak koydum. Bir tek itirazım, stok ve akım karıştırılıyor, bence bunu tartışmak lazım. Yani sistemdeki kaybın el değiştirmesi başka bir şey, yaptığımızın belli bir kredibilite kazanıp para getirmesi, yani taze kaynak getirmesi başka bir şey. Orada da benim anladığım Ege ile Asaf Hoca diyor ki sanki; getiremesinler zaten bu sistem kendini cari açık verir hale tekrar getiremesin ve reform yapsın, bu bence pek feasible bir çözüm değil kısa vadede. Yani ülke sosyal olarak bunu kaldıramaz. Yani sen bir iki yılda yapmadığın yapısal reformu yap, ekonomini dönüştür, çünkü neden? Cari açık vereme, gittikçe kendi içinde kal, kendi kaynaklarınla bu işi döndürmeye çalış, bu öneriye itirazım var, çünkü bu mümkün değil. Sosyal olarak bunu kaldıramazsın, bir iki yılda hiçbir ülke orta gelir tuzağını kıracak, toplam faktör verimliliğini patlatacak şeyleri yapamaz. Öbür tarafta da bence yine akımla stoku karıştırmamak lazım. Türkiye’nin kaynağa ihtiyacı var. Müthiş bir finansal mühendislikle de olsa bu işi kotarmamız yabancı yatırımcılardan kaynak girişi sağlamamız bence çok zor. Dediğim gibi kaybın sistemde el değiştirmesi başka bir şey, yeni kaynak girişi bambaşka bir şey. IMF bu açıdan gerekli bence; bir de tabii kredibilite için gerekli. Türkiye’nin döndürmesi gereken borç cari açık vermesek bile, yılda 170 180 milyar dolar sadece döndürmemiz gereken. Yeni kaynak olmadan kendi aramızda bu işi çözelim, ondan sonra bunu yaparken de reform yapalım, çok realist bir politika pozisyonu gibi gelmiyor bana. Bunu kayda koymak için söyledim.

EGE YAZGAN: Murat böyle koyunca tabii itiraz etmek mümkün değil.

ASAF SAVAŞ AKAT: Sen merak etme, itiraz ederiz.

EGE YAZGAN: Biz zaten böyle bir şey önermiyoruz. Bundan sonra hiç cari açık vermeyelim, hiç de yeni kaynak almayalım ekonomiye demiyoruz. Öbür türlüsünün ne olduğunu şimdiye kadar gördük zaten. Onunla geldiğimiz yer belli. Yani aynı şeyde tekrar ısrar etmek zaten bizi aynı çıkmaza götürür, bu sefer olmayacak da zaten…Hem de olmayacak bir şey üzerine konuşuyoruz yani. Ne IMF gelecek ne de başka bir şey. Onun için bunu, dediğim gibi ayrı bir oturum üzerinde konuşmak lazım. Ben de itirazımı edeyim. Kapatalım bence.

ÖMER FARUK ÇOLAK: Bütün katılımcılara ve konuşmacılara teşekkür ediyorum.

SEYFETTİN GÜRSEL: Asaf, Yunanistan’a ekonomik koşullar dayatılırken, IMF “bu devasa borcun bir kısmı silinmeden olmaz” diye ısrar ederken, Almanya’nın borç silinmesine nasıl şiddetle karşı çıktığını unutmuş gibi görünüyorsun.

ASAF SAVAŞ AKAT: Yani IMF’den daha kötüsü var, Almanlar diyorsun. Bu IMF’yi kurtarmaz; sadece Almanların hakikaten bir facia olduğunu söyler. Onu da bütün dünya zaten görüyor. Avrupa’nın başına bela oldular, dış fazla artıkça maliye politikası sıkıyorlar!!!

ÖMER FARUK ÇOLAK: Şimdi benim ders anlatırken söylediğim bir cümle varmış. Öğrenciler ekşi sözlüğe koymuşlar. “Para insanı heyecanlandırır,” diye bir feci söz söylemişim. Dikkat ederseniz 40 yaş üstü iktisatçıları IMF feci heyecanlandırıyor. Sevdiklerinden değil, siz bakmayın. Ben IMF konusunda Murat Hoca’ya biraz daha yakınım, er ya da geç gideceğiz gibi duruyor ama gider miyiz meselesinde de Seyfettin Hoca’yla yakın duruyorum. Çünkü IMF öngörülebilir kararlar alabilecek ülkelerle anlaşmalar Bir de biraz önce Seyfettin Hoca’nın okuduğu yasadaki o madde, burayı öngörülebilir bir ülke haline getirmiyor. IMF gelsin falan istemem, ben 12 Eylül kuşağındanım, duvarlara kahrolsun IMF yazıyordum. Kahrolsun oligarşi yazıyordum. Ne yazık ki oligarşi de, IMF de yine kapının önünde duruyor.

Bu toplantı bizim için büyük bir keyif oldu. Nedeni şu, İktisat Toplum Dergisi’nin en büyük destekçilerinden birisi Asaf Savaş Akat hocadır. Ne zaman başımız sıkışsa imdat çağrısı gönderirim gece saat 3’te e-posta gelir. Geçen gün iki buçukta mesaj attım; uçaktan indim, şimdi sana yazıyorum, diye mesaj gönderdi. Hocama ne kadar teşekkür etsem azdır. Ben Asaf Savaş Akat’tan ders almadım. Ama Asaf Savaş Akat benim kitap hocamdır ve kendisine bunu söyledim, “Alternatif Büyüme Stratejisi” kitabını biz 1982’de sevgililerimize hediye ederdik. Doğum günlerinde hediye ederdik. Evimde o yüzden 3 tane “Alternatif Büyüme Stratejisi” kitabı var; ikisi hediyedir. Yine Ege Hoca’m bizim imdat çağrımıza cevap verenlerden. Murat Hoca’yı ve Seyfettin Hoca’yı da yakaladık şimdi, onlar da yazmayı kabul ettiler. Sizlere de çok teşekkür ediyoruz, dinlediğiniz için; var olun, sağ olun.

Profesör Asaf Savaş Akat, ortaöğretimini Galatasaray Lisesinde tamamlamış, 1960 yılında AFS bursu ile bir yıl ABD’ye gitmiş, 1966 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesini bitirmiş ve aynı yıl iktisat kürsüsünde asistan olmuştur. 1968-70 yılları arasında OECD bursu ile İngiltere’de East Anglia Üniversitesinde ve London School of Economics’de eğitim görmüştür. Doktorasını İstanbul Üniversitesinde tamamlayan Profesör Akat aynı üniversitede 1966-1982 yılları arasında asistan, doçent ve profesör statüsü ile çalıştı; 1996 - 1998 yılları arasında halen üretim üyesi olarak çalıştığı İstanbul Bilgi Üniversitesi Rektörlük görevini üstlendi. Profesör Akat çok sayıda özel sektör ve sivil toplum kuruluşunda yöneticilik görevleri, Sabah ve Vatan gazetelerinde köşe yazarlığı, “Ekodiyalog” ile NTV’de televizyon programcılığı yaptı. 1984 yılında yayınlanan “Alternatif Büyüme Stratejisi” adlı kitabı Sedat Simavi Vakfı Ödülü kazanmıştır.

1962 yılında Elazığ’da doğdu. 1977 yılında Sivas Lisesi’nden mezun oldu. 1981 yılında Ankara İ.T.İ.A’dan lisans, 1992 yılında Gazi Üniversitesi’nden doktora derecesi aldı. 2003 yılında Profesör oldu. Muğla Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde Dekanlık (2003-2005), Gazi Üniversitesi’nde Genel Sekreterlik (2006-2008) yaptı. 2009 yılında üniversiteden ayrıldı. Özel sektörde danışmanlık yapmaya başladı. 2006 yılında TİSK Akademi Dergisi’nin kurucu editörü oldu, derginin 2017 yılında kapanmasına kadar editörlüğünü yaptı. 2010 yılında İktisat ve Toplum, 2018 yılında EfilJournal dergilerini çıkarmaya başladı ve halen her iki derginin editörlüğünü yapıyor. Dünya Gazetesi’nde 2009 yılından bu yana her hafta düzenli yazıyor. Halen Hacettepe Üniversitesi ve TOBB - Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi’nde lisans ve yüksek lisans dersi veriyor. Başlıca çalışma alanları, para teorisi ve politikası, finansal piyasalar ile işgücü piyasalarıdır. Son yayınlanan kitabı “Ekonomide Masallar Gerçekler”.

Akademik hayatına 1992 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Bölümünde Araştırma Görevlisi olarak başlayan Ege Yazgan, aynı bölümden yüksek lisans derecesini almıştır. ... Doktora öğrenimini, bir yılı Cambridge Üniversitesinde misafir öğrenci olmak üzere, İngiltere'de Sussex Üniversitesinde tamamlamıştır.

Murat Üçer, TurkeyData Monitor kurucuğu ortağı olmanın yanı sıra Global Source Türkiye danışmanı ve Koç Üniversitesi yarı-zaman öğretim üyesidir. Finans kuruluşlarına, uluslararası firmalara ve kamu kurumlarına makroekonomik danışmanlık yapmakta; Türkiye ekonomisi ve küresel ekonomi üzerine makro seminerler vermektedir. Daha önce Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF), CreditSuisse ve Uluslararası Para Fonu’nda (IMF) ekonomist olarak görev almış, 2001’de Hazine ve 1997’de T.C. Merkez Bankası olmak üzere üst düzey danışmanlık görevlerinde bulunmuştur. Lisans ve Doktora derecelerini sırasıyla Boğaziçi Üniversitesi ve Boston College’dan alan Üçer’in Türkiye ekonomisi üzerine çok sayıda makalesinin yanı sıra Türkiye’de 2001 krizi üzerine yayınlanmış bir kitabı bulunmaktadır.

Ekonomist, akademisyen, ekonomi profesörü, yazar. 6 Ağustos 1949 tarihinde Gaziantep’te doğdu. Aslen Manisa Akhisarlıdır. İstanbul Galatasaray Lisesi’nden mezun olduktan sonra Fransa‘nın güneyindeki Grenoble Üniversitesi’nde Ekonomi ve Siyasal Bilimler Enstitüsü’nü bitirmiştir. Faculté de Sciences Economiques, Université Paris’te yüksek lisansını, aynı okulda Paris - Nanterre Üniversitesi ekonomi bölümünde doktorasını tamamladı. 1980 – 1982 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde Dr. Asistan Öğretim Üyesi olarak çalıştı. 1982 – 1983 yılında Yrd. Doç. olarak çalıştı. 1983 yılında üniversiteden istifa etti. 1983-1986 yıllarında İletişim yayınlarında Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi’nin yayın yönetmenliğini yaptı. 1994 – 1996 yılında Galatasaray Üniversitesi‘nde Yrd. Doç. Öğretim Üyesi olarak çalışmaya başladı ve 1996 yılında doçentlik, 2001 yılında ise profesörlük unvanlarını aldı. 1996-2007 yılları arasında Galatasaray Üniversitesi Ekonomi Bölümü başkanı, 2004-2007 yılları arasında Galatasaray Üniversitesi rektör yardımcılığı görevini yaptı. 1998, 2001 ve 2002 yıllarında Paris, Sorbonne Üniversitesi’nde misafir öğretim üyeliği yapmıştır. 2007 yılından itibaren Bahçeşehir Üniversitesi‘nde öğretim üyeliği yapmaya başladı. 2008 yılından itibaren Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nin direktörlüğünü yürütmektedir. Prof. Dr. Seyfettin Gürsel‘in Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi iktisat tarihi, iktisat politikaları, politik iktisat, çalışma ekonomisi ve seçim sistemleri konularında, yurtdışında ve yurtiçinde yayınlanmış kitapları ve makaleleri bulunmaktadır. TV24 kanalında ekonomi yorumları, A haber’de haftalık siyasal tartışma programı yaptı. Yazılı basında ekonomi yorumculuğuna yıllar önce Yeni Yüzyıl’da başladı. Vatan’da, Referans’ta, Radikali Today’s Zaman gazetelerinde köşe yazıları yayımladı. Prof. Seyfettin Gürsel, Tülin Gürsel ile evlidir. Can ve Yaman adında iki oğlu vardır. Kitapları: Adanmış Bir Ömür-Çetin Berkmen'in Anıları (2005), Türkiye Ekonomisinde Büyüme ve Yapısal Sorunlar (2013), Türkiye’de İşsizlik ve İstihdam.

Bir cevap yazın