Ekonomide Yeniden Dengelenmenin Zorluğu ve İktisat Politikasında Arayışlar – Osman Aydoğuş (İTD 56)


Türkiye’de gelirinden fazla harcama, “ye-iç-harca-mutlu ol” dönemi çoktan geride kaldı. Ekonomik mucize (!) balonu söndü. Ekonomi üç buçuk yıldır “durgunluk içinde enflasyon” içinde sürünmekte. Üstelik hangi göstergeye bakılırsa bakılsın fark etmiyor, durgunluğun yerini canlanmaya bırakacağı yönünde en küçük bir işaret yok. Bütün bunların üzerine FED’in beklenen (ne hikmetse bir türlü gelmeyen!) faiz artırımı kararı Damokles’in kılıcı gibi ekonominin ve spekülatif sermaye bağımlısı bize benzer ekonomilerin tepesinde sallanmaya devam ediyor.

Küresel finans koşullarındaki bozulma ve cari açığın olağanüstü boyutlara ulaşması üzerine Merkez Bankası’nın 2010 yılının sonundan itibaren fiyat istikrarının yanısıra “finansal istikrarı” da hedeflemeye başlamıştı. Amaçlanan, bir yandan kısa vadeli spekülatif sermaye girişlerinin dolaylı yollarla caydırılması ve böylece kontrollü olarak yükselen kurların sağlayacağı rekabet gücü artışıyla net ihracat artışı sağlarken, bir yandan da hanehalkının krediye erişimini ve borçlanmasını sınırlayan ek önlemlerle tüketim talebinin kısılmasıydı.

2010-2014 döneminde yıllar itibariyle toplam talebin bileşeninde bir önceki yıla göre ortaya çıkan değişmeler, 2012 yılı bir yana bırakılırsa, özellikle 2014 yılında yurtiçi tüketim talebinden yurtdışı talebe doğru sınırlı da olsa bir kayma olduğunu gösteriyor (Şekil 1).

Şekil 1 – Toplam Talebin Bileşenlerindeki Değişme: 2011-2014 (cari fiyatlarla, % GSYH)

Kaynak: TÜİK verilerinden kendi hesaplamamız.

2014 yılında 2013 yılına göre talep bileşenlerinin göreli paylarındaki değişimler kısaca şöyle: Hanehalklarının tüketim harcamalarının payı 2 puan, sabit sermaye yatırımlarının payı 0,2 puan gerilerken; devletin nihai tüketim harcaması 0,2 puan, ihracatın göreli payı 2,1 puan artmış ve ithalatın payı aynı kaldığı için net ihracatın göreli payı 2,1 puan artmıştır. Öte yandan, GSYH’nın büyüme hızı da % 2,9’a gerilemiştir.

Bozulan küresel finans koşulları altında, bu politika değişikliğinin olası bir sert inişin (kriz) önüne geçtiği, fiyat istikrarından bir miktar taviz vermiş olsa da finansal istikrar yönünde belli bir ilerleme sağladığı düşünülebilir. Ne var ki, “düşük büyüme hızı-yüksek enflasyon-yüksek işsizlik” ile nitelendirebileceğimiz ve istikrarlı olduğu da şüpheli olan bu durum bir “eksik-istihdam dengesi” tablosu çizmektedir. Böyle bir “durgunluk içinde enflasyon” dengesinin arzu edilir, kabul edilebilir ve daha fazla sürdürülebilir olmadığı açıktır. O nedenle, seçimler sonrasında, iktidar partisi değişsin veya değişmesin, ekonomi politikalarında değişikliklerin gündeme geleceğini ileri sürmek kehanet olmasa gerek.

Teknoloji, Ar-Ge, yenilikçilik, eğitim, kurumsal düzenlemeler, hukuk düzeni, demokratikleşme, vb. hayati alanlarda gerçekleştirilmesi gereken reformlar konusunda pek az yol alınabildiği ve son yıllarda geriye gidildiği bir sır değil; büyüme açısından, bu alanlarda kaydedilecek ilerlemelerin önemli olduğu da aşikar. Bununla birlikte, seçim sonrasında hemen uygulamaya geçilse bile, sonuçların ortaya çıkmasının zaman alacağı da muhakkaktır.

Geldiğimiz bu noktada kısa vadede ne olabilir, daha özelde de finansal istikrar hedeflemesinin derinleştirilerek devam ettirilmesi (sermaye akımlarının sınrılandırılması ve kur artışları) kısa vadede durgunluktan çıkılmasını sağlayabilir mi sorusunun yanıtı önemli.

Hemen belirtelim ki, kur artışlarına parelel olarak reel ücretlerin de düşürülmesi, talebin içeriden dışarıya yönlendirilmesi politikasının tamamlayıcısı olarak görülmelidir. Ücretlerin reel olarak gerilemesi, kuşkusuz, yalnızca iç tüketim talebinin kısılması açısından değil, TL’nin reel olarak değer kaybetmesi (rekabet gücü artışı) açısından da son derece önemlidir. Kur artışları ve kemer sıkma politikasının –son 60 yılda ekonominin her sıkışmasında başvurulan ortodoks programların iki demirbaş politika aracı–  mevcut konjonktürde başarılı olması olanaklı mıdır sorusuna cevap aramaya başlayabiliriz.

Önce son 30 yılda ücretler ve imalat sanayiinde ortalama işgücü verimliliğinin gelişimine bakalım. Ücretlerin gelişimini TİSK’in (Türkiye İşverenler Sendikası) “Reel net giydirilmiş ücret endeksi”nden, imalat sanayiinde ortalama işgücü verimliliğini ise TÜİK verilerinden oluşturduğumuz “İşçi başına reel hâsıla” endeksinden (açıklama için bakınız, KUTU 1) takip edelim (Şekil 1).

Şekil 2- Net Giydirilmiş Reel Ücret ve İmalat Sanayiinde İşçi Başına Reel Hasıla Endekslerinin Gelişimi: 1985-2013 (1985=100)

Kaynak: Reel işgücü maliyeti ve giydirilmiş net reel işgücü endeksleri TİSK (2015); imalat sanayi çalışan başına reel hâsıla endeksi TÜİK verilerinden kendi hesaplamamız.

Tespitlerimiz şöyle: İmalat sanayiinde ortalama işgücü verimliliğinin bir göstergesi olarak kullandığımız işçi başına reel hasıla endeksinde yıldan yıla iniş çıkışlar olmakla birlikte çok belirgin bir artış eğilimi gözlenmektedir. Tahmin edilen trend denkleminden görülebileceği gibi, yıllık ortalama artış yüzde 2,85 puandır. Buna karşılık, reel giydirilmiş net ücret endeksinde uzun ve şiddetli dalgalanmalar gözlenmektedir. Reel ücret endeksi 1985-2002 döneminde ortalama işgücü verimlilik endeksinin etrafında dalgalanırken, 2000 sonrasında hızla gerileyerek altına inmiş ve sonrasında yatay bir seyir izlemiştir.

Net reel ücretlerdeki en büyük kayıplar kriz ve takip eden (TL’nin değer kaybettiği) yıllarda yaşanmıştır. Reel ücretlerdeki erime 1994 krizi boyunca (1993’ten 1995’e) % 25; 1998-2001 krizlerinde (1999’dan 2002’ye) ise % 21’İ bulmuştur. 1998 yılında 169 ile zirveye çıkmış olan reel giydirilmiş net ücret endeksi, 2003’te 132’ye indikten sonra çok yavaş bir artışla 2013’te ancak 142’ye çıkabilmiştir. 11 yıllık 2003-2013 döneminde net reel ücretlerde yalnızca % 7,3 oranında artış meydana gelirken, işçi başına reel hasıladaki artış % 34, GSYH’daki artış ise % 60 olarak gerçekleşmiştir.

Bu noktada, 1998-2014 arasında değerli TL nedeniyle imalat sanayinin göreli fiyatlarında yaşanan büyük gerilemenin yol açtığı sanayisizleşme sürecini hatırlayalım (bakınız: Aydoğuş, 2014). Öyle anlaşılıyor ki, 1998 sonrasında ucuz ithal mallarının rekabeti karşısında imalat sanayi göreli fiyatlarındaki sürekli ve keskin gerileme, bir yandan verimlilik artışı, bir yandan da reel ücretlerde (işgücü maliyetlerinde) ortaya çıkan erime ile telafi edilmiştir. Sanayisizleşme sürecinin yükünün büyük kısmının imalat sanayi emekçileri üzerinde kaldığı muhakkaktır, ancak bu süreçten, elimizde somut göstergeler olmamakla birlikte, kar marjları daralan sanayicilerin de zarar gördüğünü düşünmek yanlış olmayacaktır.

Şimdi kur artışları ile ücretler arasındaki ilişkiye geçebiliriz. Bilindiği gibi, ulusal paranın reel değer kaybı (rekabet gücündeki artış), nominal kur artış oranı ile iç ve dış enflasyon oranları arasındaki fark tarafından belirlenir. Nominal kurun yükselmesini takiben, ithal girdi fiyatlarındaki artış nedeniyle üretim mailiyetlerinde ve nihai olarak da fiyatlarda artış olması (kurdan enflasyona geçiş etkisi) kaçınılmazdır.

Kurdan enflasyona geçiş etkisinin ne kadar olacağını asıl belirleyen ise kur artışı sonrasında işgücü maliyetlerinde ortaya çıkacak artış oranıdır (ücret enflasyonu). Girdi-çıktı analizi ile yapılan bir çalışma (Aydoğuş, Değer, Tunalı-Çalışkan ve Gürel, 2014), % 10 oranındaki bir kur artışının, nominal ücretlerin değişmediği (yani reel ücretlerin enflasyon oranı kadar aşındığı) durumda, üretim maliyetlerinde (ve maliyet artışlarının nihai fiyatlara aynen yansıtılması durumunda) fiytlar genel düzeyinde 1,4 puan artışa yol açabileceğini; buna karşılık, nominal ücretlerin de tüketim mal ve hizmetlerinde ortaya çıkan fiyat artış oranında artması (böylece reel ücretin sabit kalması) durumunda, fiyatlar genel düzeyinde (potansiyel olarak) 3,7 puanlık bir artış olacağını göstermektedir. Başka bir ifadeyle, kurdan enflasyona geçiş etkisinin yüzde 62’si ücret artışlarından kaynaklanmaktadır.

Şimdi asıl soruya geçebiliriz. 2015 yılı ortasında ekonominin bulunduğu noktada, kur artışları sonrasında reel ücretlerin daha da geriletilerek TL’de reel değer kaybı (rekabet gücü artışı) sağlanması ve bunun kalıcı bir şekilde sürdürülmesi olanaklı mıdır? 1998-2013 arasında imalat sanayiinde reel giydirilmiş net ücretlerde yaşanan gerilemenin % 16’yı bulduğu bir olgu. 2014 yılında ücretlilerin tüketim sepeti içindeki yeri ortalamanın çok üzerinde bulunan gıda enflasyonun  % 14’e ulaştığı da dikkate alındığında, reel ücretlerin daha da gerilemiş olduğu muhakkaktır. 2014 yılında TCMB’nin birim işgücü maliyeti (BİM) reel kur endeksinin 3,5 puan gerilemiş olması da bunun bir göstergesidir. Lafı uzatmayalım, reel ücretlerin geldiği bu noktada daha da düşürülmesi olanaklı görünmüyor. Bu yöndeki girişimlerin toplumsal gerilimlere ve işçi direnişe ve eylemlerine yol açması kaçınılmazdır. Bunun bir örneği, 1989 kitlesel işçi eylem ve direnişleridir (Bahar eylemi). En taze örnek ise geçtiğimiz Mayıs ayında gerçekleşen metal işçileri direnişidir. Metal işçilerinin Bursa’da bir otomotif firmasında sendikal haklar ve ücret iyileştirmesi talebiyle başlattığı ve hızla tüm tüm Türkiye’ye yayılan eylemlerin açıkça gösterdiği gibi, 12 Eylül darbesinin oluşturduğu çalışma düzeni çatırdamaktadır, işçiler ücretlerinin daha fazla düşmesine rıza göstermeyeceklerdir.

Sonuç Yerine

Kur artışları ve kemer sıkma (Ortodoks uyumlanma) politikaları ile yeniden dengelenme olanaklarının çoktan sonuna gelinmiştir. Peki ne yapılabilir? Kısaca ifade etmekle yetinelim, reel ücretleri düşürmeksizin, bir yandan özellikle rant gelirlerinin vergilenmesi, temel gereksinimler dışındaki mal ve hizmetlerd üzerindeki vergi yükünün artırılarak yüksek gelirlilerin tüketim harcamasının caydırılması, bir yandan da asgari ücretten alınan gelir vergisinin kaldırılması, SGK primlerinin düşürülmesi gibi, özellikle imalat sanayiinde işgücü maliyetlerinin bir bölümünü sanayicinin üzerinden devletin üzerine aktaracak Keynesyen politikaların kısa vadede işe yarayabileceğini ifade etmekle yetinelim. Kuşkusuz asıl yapılması gereken, hep tekrarlıyoruz, piyasacı neo-liberal büyüme anlayışının terkedilerek –plancı, kalkınmacı, akıllı, endüstriyel politikacı veya ithal ikameci, nasıl adlandırılırsa adlandırılsın- yeni bir kalkınma anlayışına geçilmesidir.

KAYNAKLAR

Aydoğuş, O (2014), “Türkiye Ekonomisi Nasıl Sanayisizleşti?”, İktisat ve Toplum Dergisi, Sayı 50, Aralık 2014.

Aydoğuş, O, Ç. Değer, E. Tunalı Çalışkan , G. Gürel (2015), “Impact of the Exchange Rate on Price Formation: An Input-Output Analysis for Turkey,” (yayına hazırlanmakta).

TİSK (2015), “2013 Yılı Çalışma İstatistikleri ve İşgücü Maliyeti”nin TİSK Araştırma Servisince Değerlendirilmesi, (http://tisk.org.tr/tr/e-yayinlar/347_2013_calisma_istatistikle/pdf_ek 347 _2013_calisma_istatistikle.pdf; erişim: 28.05.2015).

1954 yılında Afyonkarahisar, Çakırköy’de doğdu. Burdur Lisesinde parasız yatılı öğrenci olarak okudu. Lise eğitimi boyunca TÜBİTAK bilim adamı yetiştirme bursunu aldı. Orta Doğu Teknik Üniversitesi Ekonomi Bölümünden lisans (1979) ve yüksek lisans (1983), Gazi Üniversitesi İktisat Bölümü’nden doktora (1988) derecelerini aldı. 1980 yılında A.İ.T.İ.A. Ekonomi fakültesinde Kantitatif İktisat Kürsüsü’nde asistan olarak akademik kariyerine başladı. 2000-2001 döneminde Fulbright bursu ile Maryland Üniversitesi Tarım ve Doğal Kaynak Ekonomisi Bölümü’nde ziyaretçi araştırmacı olarak bulundu. 2001 yılında geçtiği Ege Üniversitesi’nde İktisat Bölüm Başkanı ve senatör olarak görev yaptı. Makro iktisat, büyüme-kalkınma, girdi-çıktı analizi, tarım ekonomisi ve uygulamalı iktisat alanlarında çok sayıda makale, araştırma, kitap ve çevirileri vardır. Radyo Ege Kampus’te ve Ege Üniversitesi Televizyonu’nda uzun yıllar Egenomi adlı haftalık ekonomi programını yaptı. İktisat ve Toplum Dergisi’nde Hal ve Gidiş köşesinde yazmaya devam etmektedir. Evli ve bir kız babasıdır.

Bir cevap yazın